• Birinci navigasyona geç
  • Skip to main content
  • Birinci sidebar'a geç
  • İletişim
  • Künye

Dergimiz Bir

Dergimiz yakında bu sütunlardan size ulaşacak

  • Yazarlar
    • Duygu ERİŞKİN
    • Erkan AKBALIK
    • Erol PEKTAŞ
    • Erol ŞAŞMAZ
    • Ertan OKUMUŞ
    • Fazıl ŞİMŞEK
    • Gökçe TOPUZ
    • Gökhan GÜNERİ
    • Hasancan ERALACA
    • İbrahim AKSOY
    • Mehmet GÖKYAYLA
    • Onur Okumuş Gedikli
    • Özge TEKİNSAL
    • Öznur BALIKAY
    • Rahim SAĞ
    • Şebnem KANDEMİR
    • Şakir ATA
    • Reha KORKUT
    • Ramazan YILMAZ
    • Demet Şentürk
    • Kevser Şimşek
    • Ömer Bayram
    • Yeşim Özel Küçük
  • Tarih
  • Edebiyat
  • Gezi & Yorum
  • Kültür & Sanat
    • Sinema & Tiyatro
  • Tarım
  • Yaşam

Edebiyat

SİZ DE KİTAP KOKUSUNU SEVENLERDEN MİSİNİZ?

Yıl içerisinde en sevdiğim aylardan birine başladığımı söylesem, umarım çoğu kişi bana katılır. Hem hasretle beklediğimiz baharı karşılıyor hemde önemli bir kaç günü bu güzelim Nisan ayında kutluyoruz. Doğa hızla uyanmaya başlıyor, çiçekler, böcekler ve bolca güneşli günler bizi beklerken önce ‘23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nı kutluyacak ardında benim çok sevdiğim aynı zamanda önemsediğim günlerden olan ‘Dünya Kitap ve Kütüphaneler Haftası’ ile pek çok etkinliği içinde barındıran kitap kokulu bir hafta geçireceğiz.

Uzun yıllar kitapçılık sektöründe çalışmış biri olarak kitapların ve kitapçılık işinin bende çok özel bir yeri vardır. İzmir’in köklü kitabevlerinden biri olan ‘İleri Kitabevi’nde yıllarca büyük bir keyif ile çalıştım. Raflarda ki o eşsiz kitap kokusu hala burnumda tüter. Sizlerde benim gibi kitap kokusunu sevenlerden misiniz? Ben bayılırım kitap kokusuna, kitapçıda çalıştığım yıllar boyunca sabah erkenden işyerine her girdiğimde o muazzam koku beni öyle mutlu eder öyle umut, yaşam heyecanı verirdi ki o duyguyu anlatamam! Kitapları her zaman çok sevmişimdir zaten bu alışkanlık çok küçükken ailemin desteğiyle şekillendi ve yıllar içersinde güçlendi. Okumanın bilginin ve öğrenmenin insan hayatındaki en büyük zenginliklerden biri olduğuna inananlardanım. Hatta en büyük hayallerimden biri bir gün ‘Kitap Kokusunu Sevenler Derneği’ diye bir dernek kurmak olmuştur. Bundan ötürüdür ki kitapçılık yapmak, yıllarca o sevimli, sıcak kitapevimizde çalışmak ve tabii insanlara kitap satmak beni çok çok mutlu etmiştir. Hala da söylerim ‘beni bu yaşıma kadar en çok mutlu eden iş o oldu ve en keyifli, mutlu günlerim yine o güzelim kitapevinde geçti’ diye. Beni gazetecilik okumaya itende yine büyük oranda kitaplara olan tutkum olmuştur çünkü biliyordum ki bu mesleğin eğitimini alırken de, icra ederken de çok okumak, araştırmak ve kitaplarla içiçe olmak gerekecekti zaten buda benim için tercihlerimi yaparken yeterli bir sebep olmuştu. İyiki de kitapçılık yapmışım onca kitaba dokunabilmişim, her gün kokularını soluyabilme imkanına sahip olmuşum ama maalesef okuduğum bölüm için şuanda aynı şeyi söyleyemiyorum oda zaten inanın bambaşka bir yazı konusu olur.

Okumak bir derya, deniz olayı sonu yok, ucu bucağı yok tek söyleyebileceğimse insanlık ve uluslar ancak kitaplara, sahip oldukları birikimlere değer vererek ve sahip çıkarak, koruyarak gelişebilirler, varolabilirler. Nisan ayında 23 Nisan hem ‘çocukların’ hem ‘kitaplar’ın günü bence yılın en güzel, en anlamlı günlerinden biri…

Gelişen teknoloji ile birlikte kitap okuma sayısında ciddi bir düşüşün yaşanmaya başlaması, UNESCO(Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Kurumu) tarafından farkedilmiş 23 Nisan’da okuma bilincini arttırmak adına herkesi kitap okumaya davet etmiştir. İlk kez 1995 yılında Dünya Yayıncılar Birliği Kongresi’nde UNESCO’nun da kabulüyle 23 Nisan gününün her yıl ulusal ‘Dünya Kitap ve Telif Hakkı Günü’ olarak kutlanmasına karar verildi. 23 Nisan’ın seçilmesinin simgesel bir anlamı da var; Uluslararası düzeyde tanınmış bir çok yazarın doğum ya da ölüm günü bu güne denk düşer. Cervantes, Shekespeare, Vladamir Nabokov gibi ünlü yazarların doğum ya da ölüm günü olması da bu günün kabul edilmesinde etkili olmuştur. 2000 yılından bu yana aday olma ve seçilme koşullarına göre her yıl bir şehir UNESCO tarafından dünya kitap başkenti olarak seçilmektedir. Türkiye’den de 2020 yılı için Konya şehrimiz dünya kitap başkenti olarak aday gösterilmiştir. Ülkemizde M.E.B.nca 23 Nisan gününü içine olan hafta ‘Dünya Kitap Günü ve Kütüphaneler Haftası’ olarak kabul edilmiştir. Bu kutlamaların amacı, kitabın ve okuma alışkanlığının önemini vurgulamak, okumayı özendirmek; yayına,yayın hakkına, düşence ve ifade özgürlüğüne saygıyı teşvik etmek; kitapların, uluslararasında kültür alışverişini sağlayan, karşılıklı anlayış ve hoşgörü geliştiren niteliğiyle de dünya barışına hizmet etmesi olarak belirlenmiştir.

Kitap okumanın ne kadar önemli olduğu yadsınamaz bir gerçek toplumsal ve bireysel gelişim için, kitap okumak kişisel olarak yapılabilecek en önemli aktivitelerin başında geliyor. Kişisel olarak kendini zenginleştirmiş bireyler toplumu besliyor ve bir zincirin halkaları gibi düşünülürse, ne kadar engin ve derin fikirli bireyler yetişirse bir ülkede gelişen düşünsel zenginlikle güçlü ve sağlıklı bir toplum oluyor. Bu noktada okuma alışkanlığı ve kitap okuma oranlarımıza bakıldığında geçmişten günümüze pek çok ülke sıralamasında sınıfta kaldığımız acı bir gerçek. Yapılan araştırmalarda bu gerçeği çarpıcı bir şekilde gözler önüne seriyor. Bunlara değinmedende geçemeyeceğim. ‘Türk Halkının Kitapla İmtihanı’ adlı rapora göre dünyada en fazla kitap okuyan ülkelerin başında yüzde 21 ile Fransa ve İngiltere bulunuyor. Türkiye ise yüzde 0,1lik kitap okuma oranı ile 86.’ncı sırada, yoksul Afrika ülkeleriyle aynı kategoride yer alıyor. Günümüzde ülkemizde kitap okumaya kişi başına ayrılan süre günde yanlızca 1 dakika. Buna karşın, televizyon izlenmeye 6 saat, internete 3 saat harcanıyor. Kitap ihtiyaç listemizin 235.’nci sırasında yer alıyor! (TÜİK verilerine göre) Fakat son yıllarda şöylede tezat bir durum yaşanıyor kitap endüstrisi hızla büyüyor. Veriler tam tersini söylerken peki bu nasıl oluyor? Şöyle ki; artan bu endüstride üretimin önemli bir kısmını devletin okullarda ücretsiz olarak dağıttığı eğitim ile ilgili kitaplar, sınavlara hazırlık kitapları ve yardımcı ders kitapları oluşturuyor. Yani edebi ve kültürel yayınlardan bahsedilmiyor. Bu verilerde yetişkin edebiyat ve kültür-sanat kitaplarının oranı yüzde 4.Gelişmiş ülkelerde bu oran hem nicelik hem de nitelik açışından inanılmaz yüksek düzeylerde görülüyor ve şu da bilinen bir gerçek ki bilimsel,kültürel ve sanatsal alandaki yayınılara önem veren ülkelerin dünyanın lider ülkeleri arasında olmalarıdır. Gelişimin ve gelişmişlik düzeyinin anahtarı bilgiye verilen değerin kapısından geçmektedir.

Tablodan da görüldüğü üzere veriler pek çok ülkeyle kıyaslandığında yine bu alanda da ülkece içler acısı bir halde olduğumuzdur. Okumuyoruz, bilgiye ve kitaplara değer vermiyoruz bunu düzeltmek içinde ne eğitimsel ne de toplumsal düzeyde yeteri kadar çalışmıyoruz. Ülkemizde henüz Uluslar arası düzeyde sıralamalara girmiş önemli bir kütüphanemiz dahi yok. Topluma yetecek, yaygınlaştırılması adına ileriye dönük yapılan projelerde yok. Senede 1 hafta boyunca yapılacak etkinliklerinde bu tablodan sonra bizi kurtaramayacağı büyük gerçek. Topyekün bir seferberliğin yanında başta M.E.B’nın yürüteceği güçlü projeler gerekiyor tabii bir de kitap fiyatlarının düşmesi. Ben inanıyorum ki okuma alışkanlığı ailede başlıyor, ordan gelen alışkanlıklar eğitimsel süreçtede desteklenirse kitap okuma oranları ve kitaba verilen değer iyileşecek toplumumuz büyük bir adım daha atmış olacak.

Yazıma başlarken önce kitapların güzelliğinden başlayıp coşkuyla devam edip, birden verdiğim tablolarla ülkemizdeki durumun vasatlığından bahsedip, sonlara doğru belki biraz içinizi karartmış olabilirim fakat pek çok konuda olduğumuz gibi bu alanda da hala çok yol kat etmemiz gerçeğine değinmeden edemedim. Bende çok isterim aydınlık, ışıl ışıl bir tablo çizmek ancak var olan gerçek henüz bizler için öyle değil. Bu nedenledir ki okumanın güzelliğini, zevkini anlatmak için toplumumuzda ki herkese görev düşüyor. Geçmişi bilmemiz içinde, geleceğe umutla bakmamız içinde yol yine bilgiden geçiyor ve kitaplar öğrenmek için eşsiz birer kaynak. İnsan hayatı boyunca öğrenmeye açık yegane varlıktır ve öğrenme, kendini geliştirme isteği zihinlere çocukluktan itibaren bırakılan bir fidandır. Bu yüzden çocuklarımıza aşılayalım kitap okumayı aşılayalım ki ilerde yeşersin bu fidanlar. Kitaplardaki gibi bambaşka bir dünya mümkün! Gelin hepimiz hem de önümüzde olan bu güzel günlerde çocuklarımıza kitap hediye ederek adımı atalım. Kitap en güzel hediye…

Bu kadar kitap aşkından, tutkusundan bahsedip bir okuma listeside vermemek olmaz, şimdiden bol okumalı günler dilerim.

• Bin Dokuz Yüz Seksendört (1984) George Orwell
• Dönüşüm – Kafka • Şibumi – Trevanian
• Çavdar Tarlasından Çocuklar – J.D Salinger
• Satranç – Stefan Zweig • İnce Memed (seri) – Yaşar Kemal
• Bir Düğün Gecesi – Adalet Ağaoğlu
• Puslu Kıtalar Atlası – İhsan Oktay Anar
• Zamanın Manzarası Kusma Kulubü Mehmet Eroğlu
• Havva’nın Üç Kızı – Elif Şafak
• Serenad – Zülfü Livaneli

“İçinde iyi yanı bulunmayacak kadar kötü kitap yoktur.” Goethe

Manisada Bir Esir Kampı

Erkan AKBALIK

Manisada Bir Esir&Misafir Kampı

Savaş; “Devletlerin diplomatik ilişkilerini keserek giriştikleri silahlı mücadele” olarak tanımlanmış Türk Dil Kurumu sözlüğünde. Ne kadar kolay ve basit bir şekilde ifade edilmiş değil mi? İnsanın aklına bir anda yakın ve uzak tarihimizde milletimizin yaşadığı savaşlar geliyor ve bunlar hani derler ya bir film şeridi gibi gözlerimizin önünden akıp geçiyor. Bu bir cümlelik tarifin içine, Balkan Savaşlarını, Çanakkale’yi, Kurtuluş Savaşını ve bunlar ile birlikte Yemen’i, Sarıkamış’ı ve nice diğerlerini nasıl sığdırabileceğiz. Savaşlar süresince ve sonrasında cephedeki ve cephe gerisindeki kahramanların yaşadıkları kaç cilde sığar ki?

            Bu düşünceler içinde insanın aklına Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün sözü geliyor; “Mutlaka şu veya bu sebepler için milleti savaşa sürüklemek taraftarı değilim. Savaş zorunlu ve hayati olmalıdır. Hakiki düşüncem şudur: Ulusu savaşa götürünce vicdan azabı duymamalıyım. Öldüreceğiz diyenlere karşı, “ölmeyeceğiz” diye savaşa girebiliriz. Ancak, ulusun hayatı tehlikeye girmedikçe, savaş bir cinayettir.” Ne kadar da doğru söylemiş. İşaret ettiği sebepler dışında girilen savaşlar gerçek anlamda bir cinayettir. Bunu Dünya’nın muhtelif yerlerinde hala devam eden savaşlarda çok net bir şekilde görebiliyoruz. Bu cinayet sadece savaş esnasında tarafların birbirinin canlarına kast etmesi olarak yorumlanmamalı. Savaş sonrasında, savaşa maruz kalmış toplumların yıllar boyu yaşadıkları travmalar en az savaş esnasında yitip giden hayatlar kadar önemlidir.

            Savaş sonrası yaşanan travmaların en önemlilerinden birisi de hiç kuşkusuz esarete maruz kalanlardır. Savaşlardan bahsedilirken esirler ilk anda pek akla gelmezler ama onların yaşadıkları çoğu zaman en hüzünlü hikayelerdir. Tabii ki esirin olduğu yerde esir kampları da olmazsa olmazlardandır.

            Bu yazımızda, Manisa özelinde, Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı topraklarındaki İngiliz esirlerden bahsetmek istedik. İngiliz esirler demişken, bu savaşlarda, bir bakıma esas oğlan olan İngilizlerden söz etmemek olmaz. Bir zamanlar kendilerini, güneşin batmadığı devlet olarak tanımlayan İngilizler, bu payelerini(!), yer altı ve yer üstü zenginliklerini sömürdükleri fakir ve güçsüz devletlerden aldıklarından ne hikmetse bahsetmezler.

            İngilizler, özellikle birkaç yüzyıldır Dünya üzerinde vukuu bulan savaşların ve karışıklıkların ya doğrudan ya da dolaylı olarak içindedirler. Hatta bu savaşlarda ya özne ya da gizli öznedirler. Osmanlı Devleti’nin son yüzyıla kadar hüküm sürdüğü coğrafya, onlar için iştah kabartıcı ve sömürülmesi gereken bir alandı. Bunu yapmanın diğer devletlere ve milletlere yaptıkları kadar kolay olmadığını da çok iyi biliyorlardı. Bu topraklar üzerindeki planlarını hayata geçirebilmek için daha farklı metotlar geliştirdiler. Yapacaklarını belli bir tarihe yaydılar ve yaptılar/yapmaya çalıştılar. Birinci Dünya Savaşı ile hedeflerine ulaşmaya çalıştılar. Belki çok zarar verdiler ama muvaffak olamadılar. Çanakkale’de, Kut’ül Amare’de yedikleri tokatlar sanırım hiçbir zaman unutmayacaklardır. Bunlar başlı başına ayrı konular olduğundan, savaşların ve sonuçlarının detaylarını, daha önce bu konuları işlemiş ve işleyecek olan yazılara havale ediyoruz.

            Birinci Dünya Savaşı’nın bitimi ile birlikte, her savaşın olmazsa olmazı esir kampları, savaşın tarafı olan ülkelerce muhtelif yerlerde oluşturulmuştu. Savaşta birçok cephede, topraklarını ve tebaasını korumak için savaşmak zorunda kalan Osmanlı Devleti’nin de mücadele verdiği yerlerde zaruri sebeplerden dolayı 202.152 askeri esir düşmüştü.  Sibirya’dan Myanmar’a, Korsika Adası’ndan Kanada’ya kadar uzanan geniş bir coğrafyada esaret altında kalan Osmanlı askerlerinin çoğunluğu İngilizlerin elinde idi. Bu rakam yaklaşık olarak 134.477’dir.

            İngilizler esir kamplarını, Hindistan, Burma, Mısır, Yunanistan, Basra, Bağdat, Kıbrıs, Malta ve Man Adası gibi çok geniş ve farklı yerlerde oluşturmuşlardı. Esir aldıkları askerleri çoğunlukla farklı coğrafyadaki kamplara gönderiyorlardı. Örneğin Hindistan’a gönderilen Türk asker sayısı yaklaşık 15.000’dir. Bu askerler öncelikle Basra’daki kampta toplandıktan sonra Hindistan ve Burma’ya sevk edilmişlerdir. Buradaki askerlerimiz maalesef bakımsızlık, muhtelif zehirlenmeler, kamp içinde meydana gelen çatışmalar ve hastalıklar ile vefat etmişlerdir.

            İngilizlerin elindeki askerlerimizin maruz kaldıkları kötü muamele, bakımsızlık, işkence ve diğer olumsuzluklara çok fazla örnek verilebilir belki ama bunların en acısı ve bilineni hiç şüphesiz Mısır’ın İskenderiye şehrinde bulunan Seydi Beşir Kuveysna Osmanlı Useray-ı Harbiye (Harp esirleri) kampıdır.

            Bu Kampta bulunan 15.000 askerimiz de diğer kamplarda bulunan askerlerimiz gibi olumsuz şartlarda hayatta kalmaya çalışıyorlardı. Kampın fiziki özellikleri de ayrı bir işkence sayılırdı. Sahilden yaklaşık 3 km kadar içeride tamamen tel örgülerle çevrili olan kampta askerlerimiz korunaksız yapılarda, sıcak havadan, rüzgârlı havada çöl kumlarından ve soğuk havalarda rutubetten etkilenen yapılarda, insani olmayan şartlarda yaşıyorlardı. Bu fiziki şartlara paralel olarak beslenmedeki yetersizlik ve bozuk gıdalar hayatta kalmayı güçleştiriyordu. Ağır şartlar beraberinde verem, dizanteri ve uyuz gibi hastalıkları da getirmişti. Olumsuzluklardan psikolojisi bozulanların kimisi intihar ediyor kimisi ise akıl hastanesi yatırılıyordu.

Fotoğraf-1 İngilizlerin elindeki Osmanlı Askerleri

            Salgın hastalıkların artması ile birlikte İngilizler sanki bekledikleri bir fırsata kavuşmuş gibi ilginç bir sterilize metodu uyguladılar. Bütün esirleri hazırladıkları ilaçlı su dolu kazana sokuyorlardı. Fakat bu kazanda sadece ilaçlı su yoktu. Kazana katranda (krizol) ilave etmişlerdi. Kazana girenlerin her tarafı yanıyor ve acı içinde bağırıyorlardı. Kazana girmek istemeyenler kırbaç ya da benzeri yöntemlerle zorla sokuluyordu. Suya kafalar dâhil bütün vücudunu sokmak mecburdu. Sokmak istemeyenler dipçiklenerek de olsa kafalarını sokmak zorunda kalıyordu. Acı sonuç kafasını çıkaran askerler ile birlikte görülmeye başlandı. Sözde sterilize edilmek üzere ilaçlı suya girip çıkan her asker gözünü kaybediyordu. Bu şekilde 15.000 askerimiz kör olmuştu. Mısır’daki bu dram 28 Haziran 1921 tarihinde TBMM getirilmiş, Mustafa Kemal Atatürk ve 10 bakanın imzası ile siyasi soruşturma başlatma kararı çıkartılmıştır.

Anadolu’da İngiliz Esirler

            Yukarıda verdiğimiz acı örneklerin farklı türde yaşanmışlıklarını diğer esir kamplarında da vermek mümkündür. Bu örnekleri vermekteki amacımız sözde üzerinde güneş batmayan devletin -savaş esiri bile olsa- insanlara karşı reva gördüğü davranışını gözler önüne sermekti.

            Yazımızın başında da belirttiğimiz gibi, eğer bir yerde savaş var ise tarafların esir vermesi de kaçınılmazdır. İngilizler savaştığı ülkelerin askerlerini esir aldıkları gibi kendileri de esir düşmüşlerdir.  Savaşın bitimine müteakip Osmanlı’nın elindeki İngiliz esir sayısının 16.583 olduğunu, İngilizlerin kendi kaynaklarından öğreniyoruz (2). Bu esirler 7’si Anadolu dışındaki topraklarda olmak üzere toplam 46 kampta tutulmuşlardır.

Fotoğraf-2 Afyonkarahisar’da İngiliz Subaylarının kaldıkları yer.

            Osmanlı Devleti, geçmişinden gelen devlet geleneği ve kendisine yakışan bir şekilde esirlere muamele etmiştir. Osmanlının elinde bulunanların durumları incelendiğinde, esir yerine misafir demenin daha doğru olacağı görülecektir. İngilizlerin yaşam standartlarının Osmanlı’daki ortalama yaşam standartının üzerinde olması ve devletin içinde bulunduğu zor şartlar ve imkânsızlıklar dikkate alındığında, esirlere sağlanan imkânlarının ne kadar geniş olduğu takdir edilecektir. Savaşın başlamasından bir süre sonra, 1915 yılında Devlet, “Üsera Hakkında Talimatname” başlıklı bir yazı yayınlayarak, muhtelif yerlerdeki esirlerin mümkün olduğunca benzer şartlarda yaşamasını sağlamaya çalışmıştır. Bu talimatnamenin ilgili maddesi gereğince esir subaylar şereflerine göre ev ve otellerde kalabileceklerdi. Bu uygulama Bursa ve Eskişehir gibi bazı yerlerde esirlerin yanlarında muhafızları olmadan serbestçe dolaşmasına kadar esnemiştir. Yine bu talimatname gereği, esirler kendi yemeklerini kendi inançlarına göre hazırlayabilecekler ve yeme içme konusunda kendilerine baskı yapılmayacaktı ve yapılmadı. 

Fotoğraf-3 Afyonkarahisar kampındaki(!) İngiliz esirler (Fotoğraf, Mesut Uyar’dan alınmıştır.)

Manisa’da Bir İngiliz Esir Kampı

            1915 Yılında yürürlüğe giren talimatname ile birlikte Osmanlı Devleti içindeki esir kamplarındaki uygulamalar çok küçük farklılıklar ile birlikte hayata geçirilmiştir. Talimatnameden öncede esirlerin -diğer ülkelerdeki Türk esirlere kıyasla- çok kötü durumda olduğundan bahsetmek oldukça yanlış olacaktır.

            Bölgemizin güzide ve kadim şehirlerinden Manisa’da da bir adet esir kampı vardı. Zaman içinde kampta kalan esirlerin mevcutları farklılıklar gösterse de genellikle İngilizlerin ve bunlar içinde de İngiliz denizcilerin tutulduğu bir kamp olmuştur. Anadolu’daki İngiliz esir kamplarını doktora tezi için 2013 yılında iç ve dış kaynaklardan oldukça detaylı bir şekilde araştıran sayın Mahmut Akkor’un tespitleri konu hakkında bizleri aydınlatmaktadır.

            Manisa’ya getirilen esirler, şehir merkezinde bulunan ve daha önceleri Yunan Protestan okulu olarak kullanılan binaya yerleştirildiler. Bu binanın etrafı yüksek duvarlar ile çevrilmiş, geniş bahçesi olan ve bu bahçe içinde de bir evi olan bu okul, hapishane olmadığı halde yapısı itibariyle esirler tarafından hapishane olarak kabul edilmekteydi.

Fotoğraf-4 İngiliz Esirlerin Manisa’da tutulduğu bölge

Önceleri daha kalabalık zamanları olsa da Eylül 1918’de kamptaki esir sayısı 63 idi. Burada kalanlara esir demek sanırım diğer ülkelerdeki bizim askerlerimize haksızlık olacaktı. Yapılan muameleler ve onlara tanınan haklar ile belki de misafir demek daha uygundur.

Peki Manisa’da esir kampındakileri nerede ise muhterem(!) bir misafir gibi yaşatan bu haklar nelerdir?

Kış geldiğinde esirlere odalarını ısıtmaları için kamp yönetimince kömür temin ediliyordu. Günlük 125 okka yani yaklaşık olarak 160 kg. olarak verilen miktar bile bazı esirlerce yeterli görülmüyordu. Bununla birlikte esirlere aydınlatmada kullanmaları için gaz veriliyordu. Devir savaş ve yokluk devri, esirlere sağlanan imkânın birçoğundan vatandaş yoksundu.

Esirlerin parasal durumları; çeşitli ihtiyaçlarını karşılamak ve alışveriş yapabilmeleri için paraya ihtiyacı olan esirlere elçilikten aylık 6 lira veriliyordu. Sivil esirler için bu paraya ek olarak firmalarından günlük 12 kuruş ve Londra’daki Merkezi Savaş Esirleri Komitesi’nden 20 İsviçre Frangı gönderilmekteydi. Yapılan yardımlar bu kadarla da kalmıyordu. The National Sailors’ & Firemen’s Union ve The Ellerman Lines LTD gibi kuruluşlarda esirlere yardım ediyorlardı. Tabii burada şunu belirtmekte fayda var bu yapılan yardımlar ve ödemeler hiçbir sekteye uğramadan Osmanlı Devleti tarafından sahiplerine veriliyordu.

Farklı bir ülkede ve kültürde bulunan kişilerin en çok zorlandığı konulardan biri de hiç şüphesiz yemektir. Manisa esir kampında bulunan esirlerin yemekleri kamp yönetimi tarafından karşılanıyordu. Fakat yemekler konusunda genel bir hoşnutsuzluk vardı. Yemeklerin kalitesi ve miktarını beğenmeyen esirler için kamp komutanı dışarıdan yiyecek almalarına izin veriyordu. Hatta kendi yemeğini yapmak isteyenler için kampın bahçesine bir de mutfak kurulmuştu. Bu gıdalardan hariç olarak haftada bir kez et dağıtımı da yapılıyordu. Bu arada esirler arasında bahçede tavuk ve kaz besleyenlerde vardı. Esirlere sağlanan gıdalar ve onların gösterdikleri hoşnutsuzluğu görünce, Çanakkale’de bizim askerlerimizin kumanyalarını ve yemeklerini hatırlayınca, içimizi acı ile yüklü garip bir sızı kaplıyor.

Manisa kampında kalan esirler inançlarının gereğini yerine getirmek istediklerinde şehirde bulunan Roman Katolik kilisesinde ibadet edebiliyorlardı. İzmir’den ayda bir kez esirlere para dağıtmak amacıyla gelen askeri papaz W.H. Brett, kampa geldiği gün dini ayin düzenliyordu.

Esirlerin sağlık sorunlarını ise Manisa’da bulunan askeri doktor gideriyordu. Gerektiği durumlarda kampa geliyor, hastaları tedavi ediyor ve gerekli ilaçları yazıyordu. Diş rahatsızlıkları için durum biraz daha zordu. Diş tabibi İzmir’den çağrılmaktaydı.

Temizlik bu gibi yerlerde belki de en can alıcı konuydu. Neticede Mısır’da kötü koşullar yüzünden salgın hastalıklara yakalananlar ve sterilize etmek için onları kasıtlı olarak katranlı sıvılara sokup kör edilmelerinin görünür sebebi hep temizlikti. Peki bu temizlik Manisa kampında nasıl yapılıyordu? Kamp komutanı esirlere günlük 9 gram olmak üzere sabun tedarik ediyordu. Kıyafetlerini kendileri yıkıyorlardı. Kişisel temizlik için ise şehirde bulunan hamamı kullanabiliyorlardı. Bu hamamın 25 kuruş olan ücreti 10 kuruşa düşürülmüştü. Hamam haricinde esirler haftada 3 kez Gediz nehrini de kullanabiliyorlardı.

Fotoğraf-5, İngiliz esirlerin kullandıkları Tahtakale (Taht-el Kale) Hamamı

Manisa esir kampındaki esirlere sağlanan posta hizmeti de mevcut koşullara göre gayet iyi seviyede olduğu söylenebilir. Esirler yakınları ile haberleşmek için diledikleri gibi mektup, ihtiyaçları için ise koliler gönderip alabilmekteydiler.

Bu kadar olumlu olduğunu düşündüğümüz şartlara rağmen Manisa kampı, sürekli olarak denetim amacıyla ziyaret edilmiştir. Bu ziyaretler bazen yerli bazen de yabancılar tarafından yapılmıştır. Kampın, İzmir’deki İngiliz Papaz tarafından 32 kez ziyaret edilmesi, esirlerin içinde bulundukları olumlu durumu özetlemektedir.

Sağlanan bunca imkân ve şartlara rağmen, savaş mahkûmları teftiş kumandanı Albay Yusuf Ziya Bey, Manisa kampını ziyaret ettikten sonra, kampta düzeltilmesi gereken bazı hususlar olduğuna kanaat getirmiş olmalı ki mevcut kuralları yeniden düzenlemişti. Düzenleme ile birlikte esirlerin uymak zorunda olduğu yeni kurallar şu şekildedir:

  1. Tutsakların aşağıdaki yerlerde haftada 3 kere yürümeleri, spor yapmaları (futbol, tenis, kriket) ve diğer oyunlar için izinleri vardır:
  2. Mevlevihanenin arka bahçesi
  3. Kuşçu Mevkii
  4. Hacılar Mevkii

Tutsakların her seferinde bu yerlerden birini seçme özgürlüğü vardır. Yürüyüş ve spor öğleden sonra saat 3’te başlayacak ve günbatımıyla mahkûmlar binada olacaklardır. Kuşçu mevkiinde mahkûmların balık avlamalarına ve nehrin güvenli yerlerinde banyo yapmalarına izin vardır. Dışarı çıkma günleri Kumandan tarafından belirlenecektir. Ancak mahkûmların isteğiyle bu günler değiştirilebilir.

  • Bütün mahkûmlar aynı yere gidebilirler. Dışarıya çıkmak istemeyenler binada kalacaklardır. Yeterli sayıda gardiyan bu kişilere eşlik edecektir.
  • Mahkûmların her zaman bahçe içinde volta atmasına izin vardır.
  • Mahkûmlar haftada bir bina sınırları içinde konser verebilirler, bu konser sırasında ne Osmanlı Hükümeti’ne, ne müttefiklerine ne de mevcut savaşa dair hiçbir bahis veya ima olmayacaktır. Herhangi bir usule aykırılık durumunda konserler derhal durdurulacak ve icracılar cezalandırılacaktır. Akşam 8’de başlayıp 10.30’da bitecek konserlerde Kumandan ve tercüman hazır bulunacaktır. Program bir önceki gün Kumandana sunulacaktır. Kamp, yerleşim yeri yakınında bulunduğundan toplu halde şarkı söylemek, çevredeki insanları rahatsız edecek aşırı sesler yasaktır. Konserlerde ya da diğer günlerde mahkûmlar diğer mahkûmları rahatsız etmeyecek şekilde şarkı söyleyebilir ve enstrüman çalabilirler.
  • Şehrin valisinin izniyle mahkûmlar haftada bir kez sinemaya gidebilirler ancak toplumdan ayrı oturacaklardır.
  • Subaylar ve askerler mahkûmlara kötü muamelede bulunamazlar. Suç işleyen bir mahkûm Kumandan tarafından cezalandırılacak ve bu suçla ceza, bu amaçla tutulan bir deftere kaydedilecektir. Kumandan kendisini aştığını düşündüğü suçları üstlerine bildirecek ya da bunlar askeri mahkemenin huzuruna getirilecektir.
  • Kampın kumandanı tarafından verilen tüm emirler askerler ve mahkûmlar arasında yanlış anlamaya mahal vermemek için İngilizceye çevrilecek. Askerler kendilerine verilen emirlerin sınırlarını aşamayacaklardır.
  • Sabah ve akşam içtiması ile yatış ve kalkış saatleri belirlenecektir. Akşam içtiması güneşin batışıyla yat saati arasında bir zamanda gerçekleşecektir.
  • Günlük alışveriş öğleye kadar bitirilmelidir. Bu her mahkûmun haftada bir kez alışverişe çıkma fırsatı alabileceği şekilde, alışveriş günlük 10 kişi tarafından yapılacaktır. Bu kişilerin isimleri Yüzbaşı Lazzolo ve Allen tarafından bir gün önceden Kumandana verilecektir.
  1. Pazarları ve dini günlerde mahkûmların toplu biçimde gözetimli olarak kiliseye gitmelerine izin vardır.
  1. Berne Konferansı’nın kararlarına göre mahkûmlara ilaçlar ücretsiz verilecektir.
  1. Barakalardan mahkûmların kullanımı için alınan odunlar arabayla getirilecektir.
  1. Her cumartesi öğleden sonra mahkûmlar en temizi olan Tahtakale Hamamı’na gidebilirler. Fiyatlar mahkûmlar için 25 kuruştan 10 kuruşa düşürüldü.
  1. Ayda bir mahkûmların kıyafetleri, yatakları ve yatak çarşafları dezenfekte edilecektir.
  1. Rus mahkûm Stanislav von der Bach Afyonkarahisar’a gönderilecektir. Diğer odalardaki aşırı kalabalığı azaltmak için bu odaya 4 kişi yerleştirilecektir.
  1. Her ayın sonunda Yüzbaşı Lazzolo mahkûmların durumlarını, istek ve şikâyetleri belirten bir rapor yazacaktır. Bu mektup kapatılıp mühürlenerek kumandanın kendi raporuyla beraber bana gönderilecektir.
  1. Bu kriterler herhangi bir zaman değiştirilebilir, bu durumda İngilizceye çevrilecek ve Yüzbaşı Lazzolo ve Allan’a birer kopyası verilecektir.

İmza: Yusuf Ziya Bey

Savaş Mahkûmları Teftiş Kumandanı

Manisa 18/6/1918

Yazımızın başında İngiliz esir kamplarındaki askerlerimizin yaşadıklarını birkaç örnek ile anlatmaya çalışırken aynı dönemde, Manisa özelinde Anadolu’daki esir kamplarını ve o kamplardaki yaşamlardan örnekler vermeye çalıştık. Aradaki farkın siyah ve beyaz kadar net olduğu kanaati ile binlerce yıllık devlet geleneği olan Türk Milletinin, bunun bir getirisi olarak, acılarına tuz basıp, insana merhamet hisleri ile yaklaştığını görebiliyoruz.

Sonuç olarak görülüyor ki, kuruluş felsefesini, Şeyh Edebali’ nin Osmangazi’ye söylediği gibi “Ey oğul! İnsanı yaşat ki devlet yaşasın.” Prensibine uyduran bir devlet/millet elbette var oluş prensibini menfaat ve sömürü üzerine inşa edenlerle bir olmayacaktır. Esir kamplarında ve savaş meydanlarında canlarını veren kahraman vatan evlatlarının ruhları şad mekanları cennet olsun.

Erkan AKBALIK

Yararlanılan Kaynaklar:

  1. I. Dünya Savaşı’nda Anadolu’daki İngiliz Esirleri ve Esir Kampları, Mahmut Akkor, Doktora Tezi, Haziran 2013,
  2. IWM (Imperial War Museum, https://www.iwm.org.uk/)
  3. IRCICA, Manisa Albümü
  4. Harbiye Nezareti arşiv kayıtları

Gerçek Bir Bibliomania ALİ EMÎRÎ EFENDİ

Gerçek Bir Bibliomania ALİ EMÎRÎ EFENDİ

Rahim SAĞ

Ali Emîrî Efendi; yakın dönem Türk tarihinin en önemli simalarından ve gerçek bibliomanialarından biridir. Bütün hayatını nadir el yazması eserler toplamaya adamış biri olan Ali Emîrî’nin, İstanbul’da kurduğu Millet Kütüphanesi’nin Türkiye’deki diğer pek çok kütüphaneye öncü olmasının yanı sıra Türk dili, kültürü ve tarihi için en önemli kaynak sayılan Divânu Lügâti’t Türk’ün kazanılması adına en büyük çabayı göstermiş olan kişidir.
Kitap okumaya ve özellikle nadir kitapları toplamaya tutku derecesinde değer verme hastalığı olarak tanımlayabileceğimiz bibliomania, dilimize batı dillerinden geçmiş bir kavram olarak yakın dönem kültür hayatımızda kitaplara olan aşırı derecede düşkünlüğü ile tanınan Ali Emîrî Efendi’nin kişiliğini tanımlayabilmek için kullanabileceğimiz en uygun tabirdir fikrimce. Öyle ki bu uğurda bütün ömrünü ve memur maaşıyla oluşturduğu mütevazı servetini harcamaktan çekinmemiş; yerine göre bir kitabı elde etmek uğruna gücü nispetinde fedakârlık etmekten çekinmemiş hatta bu uğurda hiç evlenmeyerek kitaplarla arasına, onlardan daha değerli hiçbir değeri uygun görmemiş bir şahsiyet… Ne yazık ki Ali Emîrî Efendi, Divânu Lügâti’t Türk gibi değeri paha biçilmez bir hazineyi kültürümüze kazandırmasaydı ve ömrünü, servetini harcayarak Millet Kütüphanesi’ni kurmasaydı adı belki de hiç bilinmeyecek; Dr.Muhtar Tevfikoğlu onun hakkında birkaç makale ve kapsamlı bir biyografi yazmasa, adı bilinse de, o adın moda tabirle şehir efsanesi ötesine geçmesi pek mümkün olamayacaktı.
Hicrî 1274/Miladî 1857’de, Diyarbakır’ın bilim ve sanat alanında önemli simalar yetiştirmiş bir aileye mensup olarak dünyaya gelen Ali Emîrî, Diyarbakır’da başladığı eğitimini amcasının görevi nedeniyle gittiği Mardin’de Arapça ve Farsça öğrenerek sürdürür.

Ali Emiri Efendi


Henüz 18 yaşındayken telgrafçı olur ve 21 yaşında Abidin Paşa’nın müsevvidi yani kâtibi olarak görev alır. Harput, Sivas ve Selanik’te memuriyet; Sis (Kozan) sancağı âşâr/vergi müdürülüğü, Adana’da âşâr müdürlüğü yapar. Daha sonra Leskovik, Kırşehir, Trablusşam muhasebe müdürüğü; Elazığ, Erzurum defterdarlığı ile Yanya, İşkodra maliye müfettişliği görevinde ve Halep defterdarlığı ve Yemen maliye müfettişliği görevlerinde bulunur. Yazıldığında çok kısa ama hele ki Osmanlı coğrafyasında yaşanarak, çok değişik coğrafyalarda tecrübe edilerek oldukça uzun bir memuriyet hikâyesidir Ali Emîrî Efendi’nin meslek hayatı. İmparatorluk coğrafyasının hemen her yerinde görevlerde bulunmuş; bu, onun kendi ülkesini ve insanını yakından tanımasını sağlamıştır. II.Meşrutiyet’in ilanından hemen sonra kendi isteği ile emekli olur ve yerleştiği İstanbul’da artık tüm vaktini nadir kitapları toplamaya, 1916’dan sonra da bağışladığı kitaplarla kurulmuş bulunan Millet Kütüphanesi bünyesinde çalışmaya devam eder; ta ki ölüm tarihi olan 23 Ocak 1924’e kadar…
“Kâlû belâ’dan beri kitaplarını millet namına vakfetmiş” olduğunu söyleyen Ali Emîrî’nin kitaplara düşkünlüğü, kitap okumaya ve kitap toplamaya başlaması çocukluk yaşlarından başlar. “Bende kitap merakı dokuz yaşında hâsıl olmuştur. Bugün tam altmış senedir ne gecem gece, ne gündüzüm gündüzdür. Ömrüm kâmilen bu merak arkasında koşmuştur… Milyonluk bir kütüphane meydana getiremezsem bile karınca kaderince hiç olmazsa on beş, yirmi bin ciltlik bir kütüphane getirebilirim, diyerek dokuz yaşımdan şimdiye kadar elime ne kadar para geçerse kitap almaya adadım.” diyen gerçek bir bibliomania olan Eli Emîrî Efendi’nin kitaplara olan düşkünlüğünü gösteren ilginç bir olay anlatmak bile onun tutku derecesini gösterirOlayı, Ali Emîrî Efendi üzerine yazdığı kitabında nakleden Dr. Muhtar Tevfikoğlu, Ankara Bahçelievler’deki üç katlı evinde yaptığımız ziyaret ve uzun sohbetimiz sırasında bana bizzat anlatmıştı. Olay şudur: Ali Emîrî, Yanya’daki maliye müfettişliği görevini sürdürdüğü günlerde Arapça el yazması bir kitap satın alır. Ancak kitap iki cilt olup aldığı birinci cilttir. Uzun araştırmalar sonucunda eserin ikinci cildinin Kuzey Yemen’de bir kişide olduğunu öğrenir. Bu cildi de kütüphanesine kazandırmak için Yemen’deki kitap sahibine mektuplar yazsa da bu mektuplara cevap alamaz. Sahibiyle yüz yüze görüşerek kitabı satın alabilmek için Yemen’e gitmeyi düşünür, gerek o günün ulaşım koşulları gerekse memuriyeti nedeniyle bu imkânsızdır. Ali Emîrî, öylesi bir kitap âşığıdır ve âşığın maşukuna kavuşması için hiçbir fedakârlıktan, zorluktan yılmayacağını, hiçbir engel tanımayacağını bilmekte olmalı ki kitabı almak için imparatorluğun bir ucundaki Yanya’dan bir diğer ucundaki Yemen’e tayin olmak için dilekçesini yazar. Yemen’e gittiğinde kitap sahibini kitabı satmaya ikna edememe olasılığı da vardır. “B Planı” ise, böyle bir olasılıkla karşılaşırsa kitabı sahibinden okumak için iki üç günlüğüne rica edip, gece gündüz demeden istinsah etme yani yazmak yoluylakopyasını çıkarmak şeklindedir. Ali Emîrî’nin Yemen maliye müfettişliği görevine ilişkin bilgiyi yukarıda vermiştim ya, oradan yola çıkarak hikâyenin devamını getirebilirsiniz.

Bugünkü Yunanistan ile Arnavutluk sınırında bulunan tarihi bir yerleşim olan Yanya ile Yemen arası -küçük bir araştırma sonucu siz de bu bilgiye internetten erişebilirsiniz- kuş uçuşu tam 3.790, kara yoluyla ise yaklaşık 5.000-5.500 kilometredir. Günümüzdeki ulaşım teknolojisi ile beş altı saatte uçakla aşılabilen bu mesafe o günün şartlarında beş altı ay sürecek bir yolculuktur ama bu, Ali Emîrî’nin bir kitabı elde etmek için göze almaktan çekineceği bir uzaklık değildir. Olayın sonunu kestiremeyenler için söyleyeyim: Ali Emîrî, Yemen’e gider ve sahibini ikna ederek, muhtemelen, cebinde bulunan paranın hepsini vererek kitabı satın alır ve kütüphanesindeki rafa özenle yerleştirir. Ali Emîrî’nin kronik bir bibliomania olarak teşhis edebileceğimiz kişiliği yanında mutlaka anılması gereken diğer iki özelliği, adını ölümsüzleştiren Millet Kütüphanesi’nin kurucusu olması ve Divânu Lügâti’t Türk’ü bularak kıymet biçilemeyecek değerdeki bir el yazmasını, kendi bütçesini de çok çok aşarak satın alması, yok olmaktan kurtarması ve Türk kültür hayatına kazandırmasıdır.Ali Emîrî Efendi, Divânu Lügâti’t Türk ile sık sık uğradığı Beyazıt’taki Sahhaflar Çarşısı’nda Burhan Efendi’nin eski kitap satılan dükkânına gittiğinde karşılaşır. Sahhaflara sık sık uğramayı, her kitap meraklısı gibi adet edinmiş bulunan Ali Emîrî, Burhan Efendi’nin dükkânında otururken olağan gelişen çay sohbeti sırasında kendisi için yeni bir kitap olup olmadığını sorar. Burhan Efendi, elinde yeni ve farklı bir el yazması kitap olduğunu söyler; Ali Emîrî kitabı eline alıp sayfalarını çevirerek kitabın içeriğine uzun süre ilgisizce bakar, itina ile ciltlenmiş ama sayfaları karışmış Arapça bir el yazmasıdır bu.Dr.Muhtar Tevfikoğlu, Ali Emîrî’nin o günü için “hayatının en bahtiyar günlerinden biriydi.” diye yazıyor kitabında, çok haklı olarak. Ali Emîrî, Burhan Efendi’ye yeni bir şey var olup olmadığını sormasının ardından kucağına konulan hazinenin pekâlâ farkındadır ama kitaba karşı soğuk, ilgisiz, kitap aslında çok da önemli değilmiş gibi davranması gerekmektedir; çünkü diğer türlü kitabın önemini abartılı biçimde dillendirmesi, kitaba karşı ilgili davranması kitabın değerini kat kat yükseltecektir. Burhan Efendi, geçici bir süre sahip olduğu bu kitabın evveliyatını bildiğinden, kitabın içeriği hakkında olmasa da fiyatı hakkında çok nettir. Zira bu kitabı kendisine getiren yaşlıca bir hanım kendisini eski nazırlardan birinin yakını olarak tanıtarak nazırın bu kitabı “bir sıkıntıya düşersen kitapçılara götürür satarsın ama otuz liradan aşağıya verme.” şeklinde vasiyet ettiğini söyler. Burhan Efendi, bu vasiyetten yola çıkarak Divânu Lügâti’t Türk’ü, devrin Millî Eğitim Bakanlığı olan Maarif Nezareti’ne incelenmek üzere verir. Maarif Nezareti, yaptığı inceleme sonrasında Burhan Efendi’ye bu kitaba otuz lira vermek yerine “bu para ile biz bir kütüphane kurarız” cevabıyla kitabı satın alamayacaklarını beyan eder. Burhan Efendi, tüm bunları anlatırken Ali Emîrî, kucağında bulunan Divânu Lügâti’t Türk’ün değerinin, aslında çok daha yüksek olduğunun farkındadır.

Tipik bir bibliomania olan Ali Emîrî, parmaklarının arasında sayfa sayfa çevirdiği bu Arapça el yazması kitabı “sayfaları dağınık, üstelik yazarı da Kaşgarlı Mahmut adında bilinmeyen bir adam yazmış” diye küçümsüyormuş gibi görünse de, bu kitabın öneminin farkındadır aslında. Satın almaya kendince çok önceden karar veren ancak yüksek fiyatı da düşüremeyeceğine kanaat getiren Ali Emîrî, kitabın bir hafta içinde satılmazsa sahibine iade edileceğini öğrenir. Kitap karşılığında istenen meblağ cidden yüksektir ama bir kitap için Yemen’e kadar gidebilme cesareti olan Ali Emîrî böylesi nadide bir kitaba kesinlikle sahip olmalıdır. Ama cebindeki para Divânu Lügâti’t Türk’e sahip olması için çok yetersizdir ve Ali Emîrî yetersizmaddî imkân ile o çok değerli kitaba sahip olma arasında acımasız bir iç mücadele yaşamaktadır. Zira yanında bulunan miktar sadece on beş liradır. Parayı tamamlamak üzere eve gitse, bir başkasının kitabı alma ihtimali var ki Ali Emîrî böylesi bir riski göze alabilecek mizaçta biri asla değildir. Hatta dükkânı dışarıdan kilitleyip, kitapçıyı içeride hapsederek para bulmaya öyle gitmeyi düşündüğü bile söylenir. Kitap elinde bir tanıdığın geçmesini beklemeye başlar. İmdadına uzaktan gördüğü, kadim dostu, edebiyat öğretmeni Faik Reşat Bey yetişir; onu hemen yanına çağırır ve yanında varsa kendisine yirmi lira vermesini ister. Ancak Faik Reşat’ta sadece on lira çıkışınca evden getirmek için gider ve döndüğünde paranın üstü tamamlanarak kitap alınmış olur. Ali Emîrî, kitabı aldıktan sonra kitapçı cayar endişesi ile koşar adım Sahhaflar Çarşısı’ndan çıkıp evinin yolunu tutarSonrasını Ali Emîrî Efendi “Kitabı aldım, eve geldim. Yemeyi içmeyi unuttum. Birkaç saat mütalâa (inceleme) ile uğraştım.” diye anlatacaktır. Çok geçmeden haber İstanbul kültür çevrelerinde konuşulmaya başlanır; bu, kitap meraklıların hem kıskanç hem de meraklı bakışlarını Ali Emîrî’ye çevrilmesine neden olur. Haberi duyan, Divânu Lügâti’t Türk’ün önemini az çok bilen herkes görmek için Efendi’ye ricada bulunsa da Ali Emîrî bu konuda çok kıskanç ve katı bir tavır sergileyerek, talepleri geri çevirir. Bu meraklılar arasında devrinin en önemli düşünürü, eski dostu hatta hemşehrisi Ziya Gökalp da vardır, ona da kibarca “Hayır!” cevabı verilir. Kitabın sayfaları dağılmış vaziyette olduğu için sayfalarının sıraya dizilmesi ve bu yolla eksik sayfa olup olmadığının tespit edilmesi gerekmektedir. En güvendiği kişi olan Kilisli Muallim Rifat’tan sıraya dizmesini rica eder; o da ancak bu sayede de kitabı görebilme bahtiyarlığına ulaşır. Kilisli Rifat’ın Divânu Lügâti’t Türk ile evine geldiğinde aile bireylerini toplayarak, herhangi bir yangın ve benzeri bir durumda kendi canları ile birlikte evden sadece duvara asarak herkese gösterdiği bu kitabı alıp çıkmalarını, yanlarına başka hiçbir şey almamalarını sıkı bir şekilde tembih ettiği söylenir. İki ay boyunca her gün kitap üzerine çalışan Rifat Bey, sonunda sayfa düzenleme işini bitirir ve Ali Emîrî’ye hayatı boyunca duyduğu belki de en büyük müjdeyi verir: Kitap tamdır, eksik sayfa yoktur.
Divânu Lügâti’t Türk, bulunmuştur, bu büyük bir haberdir, dalga dalga yayılır ancak kimsenin görmesine bile izin vermeyen Ali Emîrî’nin bir şekilde ikna edilerek yayınlanmasının sağlanması gerekmektedir. Bunun için aklına fikir gelen de Rifat Bey’dir. Fikrini Ziya Gökalp’a açar, bu konuda fazlasıyla istekli olan Gökalp da yazılan senaryoyu uygun bulur ve bu senaryonun uygulama aşmasına geçilir. Aylardan Ramazan’dır; Ali Emîrî’nin çok sevdiği kişilerden biri olan Adliye Nazırı İbrahim Efendi, onu konağında iftara davet eder. Efendi ile Nazır, baş başa iftar edip koyu bir sohbete daldıkları sırada Sadrazam (Başbakan) Talat Paşa, İbrahim Efendi’nin konağına gelmesin mi! Doğal olarak bu iki zat birbiriyle tanıştırıldıktan sonra Talat Paşa derhal ayağa kalkar ve Ali Emîrî Efendi’nin elini öpmek ister. Ona, “Muhterem üstat, izin veriniz elinizi öpmekle şeref kazanmak isteriz.” der, bir başbakanın elini öpmesine izin vermez ama varın siz düşünün o anlarda Ali Emîrî Efendi’nin halini…
Talat Paşa, beraberindekiler ve Ali Emîrî, saatler süren derin bir sohbete dalar ve konu döner dolaşır İstanbul’da kulaktan kulağa yayılan haberin doğruluğuna ve Divânu Lügâti’t Türk’e. Böylesi önemli bir eseri yok olmaktan kurtaran Ali Emîrî için övgü dolu cümleler kuran Sadrazam sonunda ona Divânu Lügâti’t Türk’ün yayınlanmasının ne kadar önemli olduğunu anlatarak, ondan bunun için izin vermesini son derece saygılı ve övücü bir üslupla rica eder.
Talat Paşa’nın Sadrazamlık makamından gönderdiği “Onur Belgesi” Ali Emîrî Efendi tarafından okunduğu sırada Kilisli Rifat, Divânu Lügâti’t Türk’ün basımını yapmak üzere üzerinde çalışmaya çoktan başlamıştır bile… O günün tabiri ile “Tezkire” olarak adlandırılan onur belgesinin yanında kendisine gönderilen üç yüz liralık para ödülünü, kabul etmediğini bildiren bir notla iade eden Ali Emîrî’nin kafasında kurmayı planladığı hatta adını bile “Millet Kütüphanesi” vermeyi düşündüğü bir vakıf kütüphanesi projesi vardır.
Emekli olduğu 1908 yılı ile Millet Kütüphanesi’nin kurulduğu 1916 yılları arasında Ali Emîrî’nin sahip olduğu kitaplara yüksek ve cazip teklifler içeren iki teklifin biri Macaristan’dan, daha cazip olan diğeri ise Fransa’dan gelir. Türkoloji alanında önemli projelere bizden çok önceleri başlamış olan Macarlar, Ali Emîrî’nin elinde bulunan Divânu Lügâti’t Türk’ü satın almak için on bin altın teklif eder; o, bu teklifi kabul etmez. Öte yandan Fransa hükümeti bu konuda çok daha cömert ve çok daha cazip bir teklifle gelir; bu, Ali Emîrî’nin kitapları için önerilen servet değerinde bir fiyat ve reddedemeyeceği kadar etkileyici bir dizi detaylar da içermektedir üstelik: Otuz bin İngiliz sterlini nakit ve eğer bu teklifi kabul ederse Paris’te kendi adına kurulacak kütüphanenin yöneticiliğini yapacak, yaşadığı sürece kendine yüksek bir maaşla bu kütüphanenin yöneticisi olacak, emrine Bolulu bir aşçı ile istediği kadar Müslüman hizmetkâr verilecektir. Bütün ömrü yokluk içinde geçmiş, tıpkı bizim gibi bir insan olan Ali Emîrî’nin bu teklifi reddetmesi neredeyse imkânsızdır. Ancak Ali Emîrî, adının bile verilmesini istemediği, Türkiye’nin ilk modern tasnifli kütüphanesi, batı ülkelerindeki Biblioteque National/Millî Kütüphane ölçeğinde 1916 yılında kurulan ve halen İstanbul’da hizmet veren Millet Kütüphanesi’nin kurulmasını kitaplarını buraya bağışlayarak sağlamıştır.

Emekli olduğu 1908 yılı ile Millet Kütüphanesi’nin kurulduğu 1916 yılları arasında Ali Emîrî’nin sahip olduğu kitaplara yüksek ve cazip teklifler içeren iki teklifin biri Macaristan’dan, daha cazip olan diğeri ise Fransa’dan gelir. Türkoloji alanında önemli projelere bizden çok önceleri başlamış olan Macarlar, Ali Emîrî’nin elinde bulunan Divânu Lügâti’t Türk’ü satın almak için on bin altın teklif eder; o, bu teklifi kabul etmez. Öte yandan Fransa hükümeti bu konuda çok daha cömert ve çok daha cazip bir teklifle gelir; bu, Ali Emîrî’nin kitapları için önerilen servet değerinde bir fiyat ve reddedemeyeceği kadar etkileyici bir dizi detaylar da içermektedir üstelik: Otuz bin İngiliz sterlini nakit ve eğer bu teklifi kabul ederse Paris’te kendi adına kurulacak kütüphanenin yöneticiliğini yapacak, yaşadığı sürece kendine yüksek bir maaşla bu kütüphanenin yöneticisi olacak, emrine Bolulu bir aşçı ile istediği kadar Müslüman hizmetkâr verilecektir.
Bütün ömrü yokluk içinde geçmiş, tıpkı bizim gibi bir insan olan Ali Emîrî’nin bu teklifi reddetmesi neredeyse imkânsızdır. Ancak Ali Emîrî, adının bile verilmesini istemediği, Türkiye’nin ilk modern tasnifli kütüphanesi, batı ülkelerindeki Biblioteque National/Millî Kütüphane ölçeğinde 1916 yılında kurulan ve halen İstanbul’da hizmet veren Millet Kütüphanesi’nin kurulmasını kitaplarını buraya bağışlayarak sağlamıştır.

Divan-ı Lügatü Türk

Filmlere konu olabilecek dolu dolu bir hayat süren ve ilginç mizacıyla Ali Emîrî, peşine düştüğü yüzlerce el yazmasını ve en önemlisi Divânu Lügâti’t Türk’ü, kaybolmaktan kurtarıp kültür hazinemize katan adamdır… Sizi, tanıştırayım istedim.
Türk dilinin ilk sözlüğü olan Dîvânü Lugāti’t-Türk, çeşitli Türk boylarından derlenmiş bir ağızlar sözlüğü karakterini taşımaktadır. Bununla birlikte eser yalnızca bir sözlük olmayıp Türkçe’nin XI. yüzyıldaki dil özelliklerini belirten, ses ve yapı bilgisine ışık tutan bir gramer kitabı; kişi, boy ve yer adları kaynağı; Türk tarihine, coğrafyasına, mitolojisine, folklor ve halk edebiyatına dair zengin bilgiler ihtiva eden, aynı zamanda döneminin tıbbı ve tedavi usulleri hakkında bilgi veren ansiklopedik bir eser niteliği de taşımaktadır.
Kâşgarlı Mahmud eserini yazarken o devrin Türk illerini bir bir dolaşmış ve doğrudan doğruya kendi derlediği dil malzemesine dayanmıştır. Bu bakımdan eserde çeşitli Türk boylarının ağızları üzerinde bizzat müşâhedeye dayanan tesbitler ve karşılaştırmalar yer almaktadır. Müellif, XI. yüzyıl Orta Asya Türk kavimlerini boylarına göre tasnif ettikten sonra bunları konuştukları dil ve ağız farkları yönünden ele almış, Türk boylarının birbirine olan yakınlıkları ve temasları üzerinde de durmuştur. Ayrıca Türk kavimleri içerisinde yabancılar tarafından konuşulan dillere ve onların konuştukları Türk ağızlarına da temas etmiştir.
Dîvânü Lugāti’t-Türk, Türk milletinin yüceliğini anlatmak, Türk dilinin Arapça’dan geri kalmadığını göstermek ve Araplar’a Türkçe’yi öğretmek maksadıyla kaleme alındığı için Türkçe’den Arapça’ya bir sözlük şeklinde tertip edilmiştir. Eserin yalnız madde başları Türkçe, açıklamaları ihtiva eden kısımlar ise Arapça’dır.
(TDVİA, C.9, s.446-447)

Makber Şiir ve Şarkısı

Rahim SAĞ

Abdülhak Hâmit Tarhan’a ait, Türk Edebiyatı’nın en bilinen eserlerinden biri olan Makber şiiri ile yine şaire ait başka bir eserinde yer alan manzumeden yola çıkılarak bestelenen ve Türk Müziği’nin seçkin eserlerinden sayılan Makber şarkısının aynı metin olduğu sanısı kültür-sanat camiamızın en büyük yanılgılarından biridir. Gerek edebiyat gerekse müzik çevrelerinin ayrı ayrı beğenisini kazanan bu iki sanat eseri de şaire aittir; ancak Makber şiiri olarak anacağımız edebî eser ile Makber şarkısı olarak adlandıracağımız, şarkıya güfte olan manzume, birbirinden tamamen farklı metinlerdir.

Makber, Abdülhak Hâmit’in (1852-1937) eşi Fatma Hanım’ın genç yaşta ölümü üzerine yazdığı ve Modern Türk edebiyatının da, hiç şüphesiz, büyük bir edebî değere sahip şiirlerinden biridir. Aynı zamanda Makber, yazıldığı dönemden günümüze kadar uzanan süreçte popüler/sansasyonel nitelikleriyle tanımlanan şiirlerden biridir. Öte yandan, Abdülhak Hâmit’in, genç yaşlarında bir şair olarak edindiği edebî şöhrette ve sonrasında da “Şâir-i Âzam” olarak anılmasında Makber’in çok önemli bir yer tuttuğu göz ardı edilemez.

Şair, Makber şiirini ilk eşi Fatma Hanım’ın genç yaşta hazin bir biçimde, veremden ölümü üzerine yazmıştır. Makber şiirinin edebi niteliğinin yanı sıra, şairin eşini genç yaşta kaybetmesinden önceki hastalık sürecinde yaşadıkları ve kaybetmesinden sonra duyduğu derin acı ve bunun şiirine yansıması, geniş okuyucu kitlesinin Abdülhak Hâmit’i ve Makber şiirini tanımasını, bu şiirin popüler kültürde de yer etmesini sağlamıştır. Bunda, Hafız Burhan’ın şehir efsanesi olan mikrofon ötesi olarak tanımlanan bir sesle yorumladığı ve şiiri/güftesi Abdülhak Hâmit’e ait meşhur Makber şarkısının etkisini de yok saymamak gerekir. Bu noktada, Abdülhak Hâmit’in Makber şiirinden ve öncelikle Hafız Burhan’ın muhteşem sesi ile tanınan Makber şarkısı ve o şarkıyı oluşturan bir Makber güftesinden söz etmek gerekecek.

Makber şiiri, Abdülhak Hâmit’in, ilk eşi Fatma Hanım’ın 26 yaşında veremden ölümü üzerine yazdığı, Türk edebiyatının modern tarzdaki en bilinir mersiyelerden biri, hatta ölen bir eş için yazılan ilkidir. Şiirin, edebi nitelikleri bir yana, yazılış nedeni de, çok genç yaşta ölen bir sevgili/eş için yazılmış olmasıdır ki şiirin geniş kitleler tarafından büyük bir heyecan ile karşılanmasını, beğenilmesini hatta efsaneleşmesini sağlamıştır. Makber şiirinin geniş okuyucu kitlelerince bu denli beğenilmesi ve benimsenmesi, elbette şiirin yazılış bağlamından soyutlanarak düşünülemez.

Pirizâde Fatma Hanım, Abdülhak Hâmit’in anılarındaki anlatımıyla “bir sene evvel bu köşkteki odamın penceresi önünden geçerken başkası ile namzet (aday, nişanlı adayı)[1]olduğumdan dolayı karalar giyeceğini”[2] ve artık siyah giysiler içerisinde, tek başına yaşayacağını söyleyecek kadar şaire âşık olan kadındır. Şair, nişanlanmış; bunu duyan Fatma Hanım ise ona olan aşkından ve onun kendisinden başka bir kadınla evlenmesinden dolayı hayatı boyunca artık siyah giysiler giyeceğini söyleyecek kadar Abdülhak Hâmit’a âşıktır.

Fatma Hanım

Abdülhak Hâmit’in, mevcut nişanlısıyla evlenmekten vazgeçmesinden sonra, şair ile Fatma Hanım 1874[3] yılında evlenirler. Yine anılarından takip ettiğimize göre, kaçınılmaz sona giden yolun başlangıcı olan, Fatma Hanım’ın hastalığının belirtileri, daha evliliğin ilk aylarında görülmeye başlar: “Fatma Hanım’la izdivacımızdan (evliliğimizden) üç dört ay sonraydı ki, Sâhib Bey, İstanbul’a avdete (geri dönmeye) memur olduğundan onun aile ve kafilesine iltihak (katılma) ve binaenaleyh biz de Edirne’den iftirak (ayrılma, dağılma) etmiştik.(…) Sâhib Bey’in İncirköyü’ndeki bahçesinde evvelce oturduğumuz köşke, -Kara köşke- yerleşmiştik. (…) Şimdi o köşkün dahilinde refika-yı hayatım (hayat arkadaşım, eşim) olarak bulunuyordu. Karalar giymemiş ama hûn-zîr (hınzır, kötü) bir hastalık neticesinde sararıp solmuş bir mezar-ı muhayyel ü muvakkate (hayayli mezara ve geçici olarak) girmiş de çıkmış gibi olmuştu.”[4]

Hâmit’in önce Fransa, sonra da Rusya ve Yunanistan’daki elçilik kâtipliği görevlerinde bulunur. Yunanistan’daki görevi sırasında Fatma Hanım’ın “bronşit denilen hastalığı o esnalarda vereme tehavvül etmiş (dönüşmüş)” bulunmaktadır ve “uzun bir deniz seyahatinden istifade (faydalanma) memul (umulan) olmakla etibbâ (tabipler, tıp doktorları) Hindistan’a gitmeyi tasvip (uygun görme) ve tavsiye”[5] ederler. İstanbul’a döndüklerinde de Fatma Hanım’ın hastalığına konulan teşhis aynıdır. Meslekî bir dayanışma sonucu olmalı ki Abdülhak Hâmit’in, Fatma Hanım’ın hastalığına iyi geleceği düşüncesi ile, Hariciye Nezareti’nce Hindistan-Bombay’da görevlendirilmesi teklif edilir ve şair, 1883 yılı sonlarında İstanbul’dan başlayan uzun bir yolculuk sonrasında Bombay’da yeni görevine başlar. Burada bulundukları sırada, mektup yazarken birden bire sol omzunda bir ağrı hisseden Fatma Hanım’ı muayene eden Dr.Cock, hastaya “hafif bir zütülcenb” yani akciğer zarı iltihabı (plörezi) teşhisi koyar. Hâmit, Dr.Cock’un “İstanbul’da teşhis edilen (tanı) marazdan (hastalıktan) haberi yoktu. Ben de söylemedim.” diye yazacaktır anılarında. Bu teşhis aileyi kısa süreli de olsa sevindirmiştir ancak Hâmit “Fakat korkuyordum. Geçmiş zannettiğimiz hastalığın nüksetmesi (yeniden ortaya çıkması) ihtimalini düşünüyordum. Hayalimde uçan baykuşlar rüyama da giriyorlardı.”[6] diyecektir, kendi kendine.

Abdülhak Hâmit’in korktuğu başına, 1885 yılının şubat ayında bir pazar günü gelir. Birlikte çıktıkları bir araba gezintisinden sonra akşam evde yemeğe oturdukları sırada Fatma Hanım baygınlık geçirir. Ertesi gün tedavi için gelen hekimler acı haberi verir: Verem üçüncü evreye girmiştir. Hâmit, eşinin ilerleyen hastalığına çare olarak ağabeyi Nasuhî Bey’in vali olduğu Beyrut’a mı yoksa tedavi için Viyana’ya mı gitmek gerektiği ikilemini yaşarken vapurla yola çıkarlar. Bu vapur yolculuğu, Fatma Hanım’a çok iyi gelir, şairin yazdığına göre Fatma Hanım, yolculuk sırasında “her gün daha ziyade” güzelleşmektedir. Ümit dolu uzun bir yolculuktan sonra varılan Beyrut, Fatma Hanım için artık hayatının son durağıdır ve Fatma Hanım, 21 Nisan 1885 Salı[7] günü burada, hayata gözlerini yumar.

Abdülhak Hâmit için hayatının en acılı devresi böylece yaşanırken Türk edebiyatının unutulmaz şiirlerinden biri olan Makber’in doğum sancıları da eş zamanlı başlamış olur. Şair, “tek manzume sıfatiyle maddi hacım bakımından dünya edebiyatının en büyük şiiri”[8] olan Makber’i, Beyrut’ta bulunduğu kırk gün içinde, her gün Fatma Hanım’ın kabrine giderek ve yer altındaki bir odada yaşayarak yazar.

Abdülhak Hâmit’in, sözü edilen Makber şiiri, mesnevi tarzında yazılmıştır. Ölüm, varlık, ölüm ötesi, varlık ve yokluk, yaşam ile ölüm arasını anlatan çok sıklıkla düşünsel/duygusal geçişleri olan bir şiirdir:

Eyvâh! Ne yer, ne yâr kaldı,
Gönlüm dolu âh u zâr kaldı.
Şimdi buradaydı gitti elden,
Gitti ebede gelip ezelden.

…

Güftesi Abdülhak Hâmit’e ait Makber şarkısı ise çoğunlukla şairin yukarıda sözü edilen Makber şiirinden bir bölüm zannedilmiştir. Temanın ortak olması ve şarkının da Makber adıyla bilinmesi ve dinleyici kitlesi arasında bu adla yaygınlaşması geniş kesimlerde de aynı kanaatin doğmasına, yani Makber şiiri ile Makber şarkısının aynı metin olduğu yönünde algılanmasına neden olmuştur. İşin ilginç yanı, günümüzde yaşanılan bu bilgi yanılması, şairin yaşadığı dönemde de vardır ve Abdülhak Hâmit de bu durumdan yani “tesadüfat-ı garibeden (tuhaf rastlantıdan)” yana dertli ve şikâyetçidir. Hâmit, Resimli Ay dergisinde 1928 yılında yayınlanan “Eserlerimi Nasıl Yazdım” adlı seri yazının “Tarık Bin Ziyad” başlıklı bölümünde Tarık adlı oyununu nasıl yazdığını anlatırken “Hatırıma gelmiş iken şunu da söyleyeyim ki Makber’den me’hûz (alınmış) olarak bestelenmiş bir şarkı gibi yad olunan (anılan), içinde ‘Her yer karanlık pür-nur o mevki’ mısraı bulunan manzume hakkındaki şâyia (söylenti) tashihe (düzeltilmeye) muhtaçtır: O manzume Makber’den değil, Tarık’da mümderiç (yer almış) bulunuyor.”[9] diye, oldukça yaygın bu bilgi yanlışlığını da özellikle vurgulama ve düzeltme gereğini duyar.

Abdülhak Hâmit’in bu yakınmasını kaleme aldığı tarih, 1928 yılı sonlarıdır. Zira o yıllarda Makber şarkısı, şairin, 1885 yılında yazdığı Makber şiirinin çok daha üstünde tanınan, bilinen, sevilen bir eseridir. Makber şarkısı, şairin ilk defa 1880 yılında İstanbul’da[10] basılan Tarık Yahut Endülüs Fethi adlı eserinin bir mezarlık sahnesinde yer alan manzumedir:

Her yer karanlık, pür nûr o mevki!
Magrib mi yoksa makber mi Yarab?
Ya hâbgâh-ı dilber mi Yarab?
Rüya değil bu, aynıyla vâkî!
Bir gülşen olmuş bak şu harabe,
Ebr-i seher mi düşmüş türâbe?
Yârim mi medfûn? Ay mı tutulmuş?

Dikkat, şu sönmüş nûr-i nigâha!

Kabri çiçekten bir türbe olmuş,

Dönmüş o türbe bir haclegâha!

Bir haclegâha döndüyse türben,

Aç koynunu aç, ma’şûkanım ben![11]

Tarık’ta adı “Matemli Kız” olarak verilen İspanyol genç kız uzaktan görerek âşık olduğu askerin ölümünden sonra defnedildiği mezarın başına gelir ve içinde şarkıya güfte olan dizelerin de bulunduğu uzun bir manzume (şiir) söyler ve “Matemli Kız bu sözleri bitirdikten sonra bulunduğu mezarın üstüne yıkılarak kalır”.[12] Şiirde geçen haclegâh, “gelin odası” demektir. Matemli Kız’ın “Bir haclegâha döndüyse türben / Aç koynunu aç, ma’şûkanım ben!” yani eğer senin türben bir gelin odası ise “aç koynunu aç” işte ben de senin, sana gelen, seninle evlenmiş olan gelin “sevgilinim” diyerek kendini mezarın üzerine bırakması Tarık’ın aynı zamanda en trajik sahnelerinden biridir. Bu santimantal sahne ve burada söylenen şiir, yaklaşık 40 yıl sonra başka bir biçimde de olsa sanat dünyasında unutulmamacasına yeniden var olacaktır.

Makber şarkısının kazandığı şöhret, Makber şiirinin kazandığı şöhretin çok önüne geçmiş; yeni teknolojiler aracılığı ile Abdülhak Hâmit, artık Makber şiirinden daha çok Makber şarkısının kulaktan kulağa yayılan güftesiyle anılır olmuştur. Bunda, Hafız Burhan’ın 1926 yılında Amerikalı Colombia plak firmasının İstanbul’da çalışmaya başlaması, taş plak sektörünün Türkiye’deki yapılanma ve kurulum sürecinde pazarlanan ilk şarkılardan birinin Makber olması şüphesiz Makber şarkısının ve onun güftesini yazan Hâmit’in tanınmasında önemli ölçüde etkili olmuştur. Zira Abdülhak Hâmit, o yıllarda asıl şöhretini sağlayan Makber şiirini şairi olarak tanınmasından daha çok Makber şarkısının güftekârı olarak tanınan şair konumundadır…

Hafız Burhan


[1]Parantez içindeki kelimeler bana aittir.

[2]İnci ENGÜNÜN, Abdülhak Hâmid’in Hatıraları, İstanbul 1994, s. 95

[3]Gündüz AKINCI, Abdülhak Hâmit Tarhan, Ankara 1954, s. 16.

[4]İnci ENGÜNÜN, agy.

[5]İnci ENGÜNÜN, age, s. 149

[6]İnci ENGÜNÜN, age, s. 160

[7]Gündüz AKINCI, age, s. 20.

[8]Vasfi Mahir KOCATÜRK, Büyük Türk Edebiyatı Tarihi, Ankara 1970, s. 672

[9]İnci ENGÜNÜN, age, s. 408

[10]Gündüz AKINCI, age, s. 99

[11]Abdülhak Hâmid TARHAN, Târık, İstanbul 1975, s. 45 vd. Şiirin, bestelenen dizelerinin günümüzdeki Türkçe ile karşılığı şöyledir: “Her yer karanlık, orası apaydınlık / Güneşin battığı yer mi yoksa mezar mı Yârab? / Yoksa sevgilinin yatağı mı Yârab? / Rüya değil bu gerçeğin tâ kendisi. // Kabri çiçekten bir türbe olmuş / Dönmüş o türbe bir gelin odasına / Bir gelin odasına döndüyse türben / Aç koynunu aç sevgilinim ben!”

[12]Tarık, s. 50.

Birincil kenar çubuğu

Umudumuz Sizde..

Yeniden merhaba, yaklaşık iki aylık bir süreden sonra tekrar huzurlarınızda … [Devamı...] hakkındaUmudumuz Sizde..

  • ERTELEMEK ÖLÜMDÜR
  • KANSER!… KİRAZ AĞAÇLARINI DA VURUYOR!
  • KİRAZDA YAŞANAN SORUNLARA ÇÖZÜM ÖNERİLERİ

Bizi Takip Edin

  • Facebook
  • Instagram
  • Twitter

Copyright © 2021 · News Pro on Genesis Framework · WordPress · Giriş