• Birinci navigasyona geç
  • Skip to main content
  • Birinci sidebar'a geç
  • İletişim
  • Künye

Dergimiz Bir

Dergimiz yakında bu sütunlardan size ulaşacak

  • Yazarlar
    • Duygu ERİŞKİN
    • Erkan AKBALIK
    • Erol PEKTAŞ
    • Erol ŞAŞMAZ
    • Ertan OKUMUŞ
    • Fazıl ŞİMŞEK
    • Gökçe TOPUZ
    • Gökhan GÜNERİ
    • Hasancan ERALACA
    • İbrahim AKSOY
    • Mehmet GÖKYAYLA
    • Onur Okumuş Gedikli
    • Özge TEKİNSAL
    • Öznur BALIKAY
    • Rahim SAĞ
    • Şebnem KANDEMİR
    • Şakir ATA
    • Reha KORKUT
    • Ramazan YILMAZ
    • Demet Şentürk
    • Kevser Şimşek
    • Ömer Bayram
    • Yeşim Özel Küçük
  • Tarih
  • Edebiyat
  • Gezi & Yorum
  • Kültür & Sanat
    • Sinema & Tiyatro
  • Tarım
  • Yaşam

Sinema & Tiyatro

Kuyu

KUYU

Ülkemizde son yıllarda kadına yönelik şiddet olayları o kadar çok arttı ki hayatın rutin akışı içerisinde sıradanlaştırıldı. Eş- sevgili (çoğunlukla eski), akraba hatta tanımadığı kişiler tarafından öldürülen yada onların fiziksel ve psikolojik şiddetine dayanamayıp kendi canlarına kıyan kadınların haberleri gündelik yaşamın parçası haline geldi. Katillere verilen (verilmeyen) cezalar toplum vicdanını derinden yaralarken Şiddete eğilimli olanları daha da cesaretlendirdi. Ölen kadınlar ise öldükleri ile kaldılar.

     Metin Erksan’ın 1968 yılında çektiği Kuyu filmi bu konuyu anlatır. Yönetmenin bir gazete haberinden esinlenerek senaryosunu yazıp yönettiği film, yarım asır geçmesine rağmen anlattığı öyküde geçenler yok olacağına daha da çoğalarak devam ediyor.

     Metin Erksan’ın mülkiyet üçlemesi olarak adlandırılan film serisinin son filmidir Kuyu. Yönetmen daha önce toplumsal gerçekçi köy edebiyatı ürünlerinden Fakir Baykurt’un aynı adlı romanından uyarladığı Yılanların Öcü (1961), Necati Cumalı’nın romanından uyarlanan ve 1964 yılı Berlin Film festivalinin büyük ödül olan Altın Ayı ödülünü alarak Türk sinemasının ilk Uluslararası başarısını elde eden Susuz Yaz(1963) filmlerini çekmiştir.

Yönetmenin esinlendiği gazete haberinde, Güney Doğu Anadolu’da bir köyde yaşayan genç kadın köylüsü tarafından sürekli kaçırılıp dağa çıkarılmaktadır. Jandarmalar tarafından yakalanan adam hapiste yatıp çıktıktan sonra tekrar kaçırmaktadır. Gösterime girdiğinde gişe başarısı elde edemeyen film Nisa süresinin 19.ayetinin “Kadınlara iyilikle davranın.” sözleri ile başlar. Gölde yıkanan Fatma’yı(Nil Göncü),Osman (Hayati Hamzaoğlu) saçlarından tutup sürükleyerek zorla kaçırır. Dağlarda ip bağlayıp dolaştırdığı genç kadını kendisi ile evlenmesi için zorlar. Sabaha kadar süre verir. Ancak Fatma kabul etmeyince zorla tecavüz eder.Yakalanan Osman hapse Fatma ise yaşlı anne babasına teslim edilir. Fatma kendisinden yaşlı biri ile evlendirilmek istenir. O düğünden kaçıp kendini ağaca asıp intihar edeceği sırada dağlarda yaşayan firari idammahkumu Mehmet onu kurtarır. İkisinin de birbirinden başka tutunacak kimseleri yoktur. Ancak bu uzun sürmez. Jandarmalarla çıkan çatışma da Mehmet ölür. Ancak bu sefer Fatma’nın ailesi onu kabul etmez. O artık oturak alemlerinde sarhoş erkeklere içki sunmaktadır. Hapisten çıkan Osman onu bulup tekrar kaçırır. Ancak Fatma onu tekrar reddeder. Sonunda adam susuzluğunu gidermek için indiği kuyudan çıkamaz. Fatma kuyuyu taşla doldurur.

    Filmde Osman’ın tutkusu hastalık derecesindedir. Kadına olan tutkusunu yeterli görür. Fatma’nın isteğinin önemi yoktur. Osman’a göre kadın erkeğin malıdır. O ne isterse olmalıdır. Gerekirse zorla bunu elde etmek ister. Fatma’nındirenişini hayranlık ve içimiz acıyarak izleriz. Filmin gişede başarısız olmasına yönetmenin kendisinin de beğenmemesine rağmen işlediği konu elli yıl sonra bile günceldir. Metin Erksan’ı sinemamızda özel yapan da budur.

    Fatma’nın kuyunun direğinde asılı cansız bedeni tüm kötülüklere karşı isyan bayrağı gibi sallanmaktadır. Şair Ahmet Telli’nin bir söyleşide Kul Nesimi’nin dizelerinden esinlenerek söylediği “Gülün parayla değil gül ile tartıldığı” günlere kadar korkarım bu acılar devam edecek. Yazıyı Kul Nesimi’nin dizesi ile bitirelim.

“Gülden terazi tutarlar
Gülü gül ile tartarlar
Gül alır gül satarlar
Çarşı pazarı güldür gül”

kuyu 1968 ile ilgili görsel sonucu

Müslüm

“Alışkanlıklarımız, önyargılarımız, duygularımız kadar büyük başka düşmanımız yok aslında.” diye yazar Rus romancı Fyodor Gladkov Çimento adlı romanında. Müslüm Gürses’in hayatını anlatan MÜSLÜM filmi, seksen ve doksanlı yıllarda benim gibi düşünen birçok insanın Müslüm Gürses hakkındaki önyargılarını da yok eder umarım.

Cem Ulkay ve Ketche’nin yönettiği, senaryosu Hakan Günday ve Gürhan Özçiftçi’ye ait vizyondaki Müslüm filminden söz ediyorum. Film arabesk müziğin isyankar şarkıcısı Müslüm Gürses’in hayat hikayesini, Urfa’da ki çocukluğundan başlayıp, meşhur oluşu, Muhterem Nur ile evlenmesini, konserlerini ölümüne kadar anlatıyor. Müslüm Gürses’in Urfa ve Adana da geçen çocukluk yıllarını Alper Parlak, gençlik yıllarını Şahin Kendirci, sonrasını ise Timuçin Esen canlandırmış, şarkıları da Kendirci ve Esen söylüyor. Zaman zaman acaba Müslüm kendisi mi oynuyor diye düşündüm.

Annesi (Ayça Bingöl) ve kardeşleri ile birlikte babasının şiddetine maruz kalan Müslüm’ün hayatı Adana’da Halkevi’nde karşılaştığı bağlama ustası ile tanışması ve ondan müzik dersleri alması sonrasında ustası ile birlikte açık hava sinemalarında türkü söylemeye başlamasıyla hayatı değişir. Filmde Cumhuriyet sonrası kurulan Halkevleri, sıcak, sanat dolu ortamı ile sadece akademik gelişim için değil aynı zamanda birer hayat okuludur. Televizyonun olmadığı yıllarda halkın en önemli eğlence yeri olan yazlık açık hava sinemaları gençler için sadece film izleme yeri değildi. Gazoz içilip ilk buluşma yerleriydi aynı zamanda. Ancak Müslüm’ün gözü filmde gördüğü Muhterem Nur’dan başkasını görmez. Müslüm yoksul ailesine bakmak zorundadır. Halkevi’nde bağlama ustası Limoncu Ali’nin (Erkan Can) “yolunu kaybetme” uyarısı ile Halkevi’nden ayrılarak Adana pavyonlarında türkü söylemeye başlar.

Filmde günümüzün de toplumsal yarası aile içi kadına yönelik şiddet, hem Müslüm’ün annesi hem de Muhterem Nur (Zerrin Tekindor) üzerinden başarılı bir şekilde ele alınmış. Günümüzde olduğu gibi geçmişte de alkolik kocalar hayatlarının zorluklarının sorumlusu eşleriymiş gibi bütün hınçlarını onlara yansıtmışlar.

Yetmişli yıllarda başlayan arabesk müziği, 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra, toplumun politikadan uzaklaştırılması ile birlikte sığınılacak bir liman oldu. Zaten kendisine hep bir baba arayan insanlar, Ferdi Tayfur, Orhan Gencebay ve Müslüm Babaya sarıldılar. Onların şarkıları ile avunmaya, hayata tutunmaya çalıştılar. Demirelci, Ecevitçi, Türkeşçi ve Erbakancı olanlar, Müslümcü, Ferdici, Orhancı olmuştu. Müslüm Gürses’te bu dönemde tüm ülkede tanınmış, ona taparcasına bağlı, konserlerinde kendilerini jiletle kesecek kadar fanatik sevenleri oluşmuştu. Onu diğer arabesk şarkıcılarından ayıran da; onun “Yakarsa dünyayı garipler yakar” sözü gibi toplumun en yoksul, en çok ezilen kitlelerine daha yakın duruşundandır.

Müslüm, Yunus Emre’nin kitabını yanından ayırmaz. Onu konserinde öldürmek isteyen hayranına bile sevgi ile yaklaşır. Hatta kendisine ve ailesine kötülükler yapan babasına bile kapılarını kapatmaz. Onun acılarla dolu hayat hikayesini izledikten sonra, geçmişte hem ona hem de onu sevenlere karşı duyduğum küçümseme duygusu ile onlara haksızlık yaptığımı anladım. Ancak sanırım Yunus’un felsefesinden etkilenen Müslüm’de benim gibi düşünenlere hoş görüyle bakacaktır. Çünkü Yunus Emre’nin dediği gibi;

“Gelin tanış olalım, İşi kolay kılalım, Sevelim sevilelim, Dünya kimseye kalmaz.”.

Birincil kenar çubuğu

Umudumuz Sizde..

Yeniden merhaba, yaklaşık iki aylık bir süreden sonra tekrar huzurlarınızda … [Devamı...] hakkındaUmudumuz Sizde..

  • ERTELEMEK ÖLÜMDÜR
  • KANSER!… KİRAZ AĞAÇLARINI DA VURUYOR!
  • KİRAZDA YAŞANAN SORUNLARA ÇÖZÜM ÖNERİLERİ

Bizi Takip Edin

  • Facebook
  • Instagram
  • Twitter

Copyright © 2021 · News Pro on Genesis Framework · WordPress · Giriş