• Birinci navigasyona geç
  • Skip to main content
  • Birinci sidebar'a geç
  • İletişim
  • Künye

Dergimiz Bir

Dergimiz yakında bu sütunlardan size ulaşacak

  • Yazarlar
    • Duygu ERİŞKİN
    • Erkan AKBALIK
    • Erol PEKTAŞ
    • Erol ŞAŞMAZ
    • Ertan OKUMUŞ
    • Fazıl ŞİMŞEK
    • Gökçe TOPUZ
    • Gökhan GÜNERİ
    • Hasancan ERALACA
    • İbrahim AKSOY
    • Mehmet GÖKYAYLA
    • Onur Okumuş Gedikli
    • Özge TEKİNSAL
    • Öznur BALIKAY
    • Rahim SAĞ
    • Şebnem KANDEMİR
    • Şakir ATA
    • Reha KORKUT
    • Ramazan YILMAZ
    • Demet Şentürk
    • Kevser Şimşek
    • Ömer Bayram
    • Yeşim Özel Küçük
  • Tarih
  • Edebiyat
  • Gezi & Yorum
  • Kültür & Sanat
    • Sinema & Tiyatro
  • Tarım
  • Yaşam

Yazarlar

SİZ DE KİTAP KOKUSUNU SEVENLERDEN MİSİNİZ?

Yıl içerisinde en sevdiğim aylardan birine başladığımı söylesem, umarım çoğu kişi bana katılır. Hem hasretle beklediğimiz baharı karşılıyor hemde önemli bir kaç günü bu güzelim Nisan ayında kutluyoruz. Doğa hızla uyanmaya başlıyor, çiçekler, böcekler ve bolca güneşli günler bizi beklerken önce ‘23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nı kutluyacak ardında benim çok sevdiğim aynı zamanda önemsediğim günlerden olan ‘Dünya Kitap ve Kütüphaneler Haftası’ ile pek çok etkinliği içinde barındıran kitap kokulu bir hafta geçireceğiz.

Uzun yıllar kitapçılık sektöründe çalışmış biri olarak kitapların ve kitapçılık işinin bende çok özel bir yeri vardır. İzmir’in köklü kitabevlerinden biri olan ‘İleri Kitabevi’nde yıllarca büyük bir keyif ile çalıştım. Raflarda ki o eşsiz kitap kokusu hala burnumda tüter. Sizlerde benim gibi kitap kokusunu sevenlerden misiniz? Ben bayılırım kitap kokusuna, kitapçıda çalıştığım yıllar boyunca sabah erkenden işyerine her girdiğimde o muazzam koku beni öyle mutlu eder öyle umut, yaşam heyecanı verirdi ki o duyguyu anlatamam! Kitapları her zaman çok sevmişimdir zaten bu alışkanlık çok küçükken ailemin desteğiyle şekillendi ve yıllar içersinde güçlendi. Okumanın bilginin ve öğrenmenin insan hayatındaki en büyük zenginliklerden biri olduğuna inananlardanım. Hatta en büyük hayallerimden biri bir gün ‘Kitap Kokusunu Sevenler Derneği’ diye bir dernek kurmak olmuştur. Bundan ötürüdür ki kitapçılık yapmak, yıllarca o sevimli, sıcak kitapevimizde çalışmak ve tabii insanlara kitap satmak beni çok çok mutlu etmiştir. Hala da söylerim ‘beni bu yaşıma kadar en çok mutlu eden iş o oldu ve en keyifli, mutlu günlerim yine o güzelim kitapevinde geçti’ diye. Beni gazetecilik okumaya itende yine büyük oranda kitaplara olan tutkum olmuştur çünkü biliyordum ki bu mesleğin eğitimini alırken de, icra ederken de çok okumak, araştırmak ve kitaplarla içiçe olmak gerekecekti zaten buda benim için tercihlerimi yaparken yeterli bir sebep olmuştu. İyiki de kitapçılık yapmışım onca kitaba dokunabilmişim, her gün kokularını soluyabilme imkanına sahip olmuşum ama maalesef okuduğum bölüm için şuanda aynı şeyi söyleyemiyorum oda zaten inanın bambaşka bir yazı konusu olur.

Okumak bir derya, deniz olayı sonu yok, ucu bucağı yok tek söyleyebileceğimse insanlık ve uluslar ancak kitaplara, sahip oldukları birikimlere değer vererek ve sahip çıkarak, koruyarak gelişebilirler, varolabilirler. Nisan ayında 23 Nisan hem ‘çocukların’ hem ‘kitaplar’ın günü bence yılın en güzel, en anlamlı günlerinden biri…

Gelişen teknoloji ile birlikte kitap okuma sayısında ciddi bir düşüşün yaşanmaya başlaması, UNESCO(Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Kurumu) tarafından farkedilmiş 23 Nisan’da okuma bilincini arttırmak adına herkesi kitap okumaya davet etmiştir. İlk kez 1995 yılında Dünya Yayıncılar Birliği Kongresi’nde UNESCO’nun da kabulüyle 23 Nisan gününün her yıl ulusal ‘Dünya Kitap ve Telif Hakkı Günü’ olarak kutlanmasına karar verildi. 23 Nisan’ın seçilmesinin simgesel bir anlamı da var; Uluslararası düzeyde tanınmış bir çok yazarın doğum ya da ölüm günü bu güne denk düşer. Cervantes, Shekespeare, Vladamir Nabokov gibi ünlü yazarların doğum ya da ölüm günü olması da bu günün kabul edilmesinde etkili olmuştur. 2000 yılından bu yana aday olma ve seçilme koşullarına göre her yıl bir şehir UNESCO tarafından dünya kitap başkenti olarak seçilmektedir. Türkiye’den de 2020 yılı için Konya şehrimiz dünya kitap başkenti olarak aday gösterilmiştir. Ülkemizde M.E.B.nca 23 Nisan gününü içine olan hafta ‘Dünya Kitap Günü ve Kütüphaneler Haftası’ olarak kabul edilmiştir. Bu kutlamaların amacı, kitabın ve okuma alışkanlığının önemini vurgulamak, okumayı özendirmek; yayına,yayın hakkına, düşence ve ifade özgürlüğüne saygıyı teşvik etmek; kitapların, uluslararasında kültür alışverişini sağlayan, karşılıklı anlayış ve hoşgörü geliştiren niteliğiyle de dünya barışına hizmet etmesi olarak belirlenmiştir.

Kitap okumanın ne kadar önemli olduğu yadsınamaz bir gerçek toplumsal ve bireysel gelişim için, kitap okumak kişisel olarak yapılabilecek en önemli aktivitelerin başında geliyor. Kişisel olarak kendini zenginleştirmiş bireyler toplumu besliyor ve bir zincirin halkaları gibi düşünülürse, ne kadar engin ve derin fikirli bireyler yetişirse bir ülkede gelişen düşünsel zenginlikle güçlü ve sağlıklı bir toplum oluyor. Bu noktada okuma alışkanlığı ve kitap okuma oranlarımıza bakıldığında geçmişten günümüze pek çok ülke sıralamasında sınıfta kaldığımız acı bir gerçek. Yapılan araştırmalarda bu gerçeği çarpıcı bir şekilde gözler önüne seriyor. Bunlara değinmedende geçemeyeceğim. ‘Türk Halkının Kitapla İmtihanı’ adlı rapora göre dünyada en fazla kitap okuyan ülkelerin başında yüzde 21 ile Fransa ve İngiltere bulunuyor. Türkiye ise yüzde 0,1lik kitap okuma oranı ile 86.’ncı sırada, yoksul Afrika ülkeleriyle aynı kategoride yer alıyor. Günümüzde ülkemizde kitap okumaya kişi başına ayrılan süre günde yanlızca 1 dakika. Buna karşın, televizyon izlenmeye 6 saat, internete 3 saat harcanıyor. Kitap ihtiyaç listemizin 235.’nci sırasında yer alıyor! (TÜİK verilerine göre) Fakat son yıllarda şöylede tezat bir durum yaşanıyor kitap endüstrisi hızla büyüyor. Veriler tam tersini söylerken peki bu nasıl oluyor? Şöyle ki; artan bu endüstride üretimin önemli bir kısmını devletin okullarda ücretsiz olarak dağıttığı eğitim ile ilgili kitaplar, sınavlara hazırlık kitapları ve yardımcı ders kitapları oluşturuyor. Yani edebi ve kültürel yayınlardan bahsedilmiyor. Bu verilerde yetişkin edebiyat ve kültür-sanat kitaplarının oranı yüzde 4.Gelişmiş ülkelerde bu oran hem nicelik hem de nitelik açışından inanılmaz yüksek düzeylerde görülüyor ve şu da bilinen bir gerçek ki bilimsel,kültürel ve sanatsal alandaki yayınılara önem veren ülkelerin dünyanın lider ülkeleri arasında olmalarıdır. Gelişimin ve gelişmişlik düzeyinin anahtarı bilgiye verilen değerin kapısından geçmektedir.

Tablodan da görüldüğü üzere veriler pek çok ülkeyle kıyaslandığında yine bu alanda da ülkece içler acısı bir halde olduğumuzdur. Okumuyoruz, bilgiye ve kitaplara değer vermiyoruz bunu düzeltmek içinde ne eğitimsel ne de toplumsal düzeyde yeteri kadar çalışmıyoruz. Ülkemizde henüz Uluslar arası düzeyde sıralamalara girmiş önemli bir kütüphanemiz dahi yok. Topluma yetecek, yaygınlaştırılması adına ileriye dönük yapılan projelerde yok. Senede 1 hafta boyunca yapılacak etkinliklerinde bu tablodan sonra bizi kurtaramayacağı büyük gerçek. Topyekün bir seferberliğin yanında başta M.E.B’nın yürüteceği güçlü projeler gerekiyor tabii bir de kitap fiyatlarının düşmesi. Ben inanıyorum ki okuma alışkanlığı ailede başlıyor, ordan gelen alışkanlıklar eğitimsel süreçtede desteklenirse kitap okuma oranları ve kitaba verilen değer iyileşecek toplumumuz büyük bir adım daha atmış olacak.

Yazıma başlarken önce kitapların güzelliğinden başlayıp coşkuyla devam edip, birden verdiğim tablolarla ülkemizdeki durumun vasatlığından bahsedip, sonlara doğru belki biraz içinizi karartmış olabilirim fakat pek çok konuda olduğumuz gibi bu alanda da hala çok yol kat etmemiz gerçeğine değinmeden edemedim. Bende çok isterim aydınlık, ışıl ışıl bir tablo çizmek ancak var olan gerçek henüz bizler için öyle değil. Bu nedenledir ki okumanın güzelliğini, zevkini anlatmak için toplumumuzda ki herkese görev düşüyor. Geçmişi bilmemiz içinde, geleceğe umutla bakmamız içinde yol yine bilgiden geçiyor ve kitaplar öğrenmek için eşsiz birer kaynak. İnsan hayatı boyunca öğrenmeye açık yegane varlıktır ve öğrenme, kendini geliştirme isteği zihinlere çocukluktan itibaren bırakılan bir fidandır. Bu yüzden çocuklarımıza aşılayalım kitap okumayı aşılayalım ki ilerde yeşersin bu fidanlar. Kitaplardaki gibi bambaşka bir dünya mümkün! Gelin hepimiz hem de önümüzde olan bu güzel günlerde çocuklarımıza kitap hediye ederek adımı atalım. Kitap en güzel hediye…

Bu kadar kitap aşkından, tutkusundan bahsedip bir okuma listeside vermemek olmaz, şimdiden bol okumalı günler dilerim.

• Bin Dokuz Yüz Seksendört (1984) George Orwell
• Dönüşüm – Kafka • Şibumi – Trevanian
• Çavdar Tarlasından Çocuklar – J.D Salinger
• Satranç – Stefan Zweig • İnce Memed (seri) – Yaşar Kemal
• Bir Düğün Gecesi – Adalet Ağaoğlu
• Puslu Kıtalar Atlası – İhsan Oktay Anar
• Zamanın Manzarası Kusma Kulubü Mehmet Eroğlu
• Havva’nın Üç Kızı – Elif Şafak
• Serenad – Zülfü Livaneli

“İçinde iyi yanı bulunmayacak kadar kötü kitap yoktur.” Goethe

DOĞA GERİ DÖNÜŞÜMÜZÜ BEKLİYOR

Doğa ve içine doğduğumuz mavi dünyamız hiç kuşkusuz ki tüm canlılara verilmiş en büyük hediyedir. İnsanlığın ve diğer canlı türlerinin hayatını devam ettirebilmesi için doğanın var olması, var olabilmesi içinde hak ettiği değeri görerek muhafaza edilmesi biz insanların başlıca görevleri arasındadır. Doğa, tabiat ya da en dar haliyle çevre olarak adlandırabileceğimiz şeye insanlık çok şey borçlu değil mi?

Tüm insanlığın bin yıllardır yaşamını sürdürdüğü, havasını soluduğu, suyunu içtiği, beslendiği ve en basit ihtiyaçlarını karşılamasına olanak sağladığı güzel dünyamız çoğumuzda biliyoruz ki her geçen gün tıpkı bizler gibi yaşlanmaya devam ediyor. Fakat dünyamızı biz insanlara benzetecek olursak; her geçen gün sağlığını kaybederek yaşlandığı da üzücü bir gerçek. Evet dünyamız ve içindeki var olan doğa dediğimiz ekosistem biz insanlar gibi kandan, etten, metabolizmadan ve hücrelerden oluşmuyor ama toprak, ağaçlar, bitkiler, hava, su içinde binlerce türün olduğu hayvanlardan ve canlılardan oluşuyor. Bunlar da onun sistemini oluşturan yegane şeyler değil mi? Bu muazzam sistem binlerce yıldır sorgusuz, sualsiz pek çok güzel olanağı yaşayan canlılar ve insanlara sunuyor. Tek beklentisi ise korunmak ve gelecek nesiller için yaşanılabilir, sürdürülebilir bir dünya bırakmak.

Milyonlarca yıldır var olan tüm canlılarla dünyamızı ve içinde oluşan ekosistemi paylaşmaya devam eden biz insanlar her daim geleceği yani bizden sonraki gelen nesilleri düşünerek hareket etmeliyiz, etmeliyiz ki bizim bulduğumuzu, gördüğümüzü onlar da görsün onlar da yesin ve onlar da bu nimetlerden faydalanabilsinler. Hayatta hiç bir kaynak sonsuz değil ve alınanın yerine koymadıktan sonra giden geri gelmiyor. Bu nedenledir ki doğamıza, yakın çevremize insanlar olarak hassas davranmak, bilinçli olmak, bu farkındalığı gelecek nesillere aşılamak kimsenin unutmaması gereken sorumluluklarıdır.

Yıl içerisinde pek çok özel gün ya da önemi hatırlatılmak istenen konular belirli tarihlerde kutlanıyor, anılıyor veya bu günlerde yaşananlara dikkat çekilmeye çalışılıyor. 5 Haziran ise 1972 yılında İsveç’in Stockholm şehrinde BM konferansında alınan kararla ‘Dünya Çevre Günü’ olarak kabul edildi. O zamandan bu güne ülkeler, çeşitli konu başlıkları altında yaşanan hava kirliliği, iklim değişikliği, su kirliliği, çölleşme gibi doğanın çok uzun süredir tehlike sinyalleri vermiş olduğu olaylar karşısında çeşitli faaliyetler gündeme getiriyor, etkinlikler düzenleniyor, bildiriler paylaşılıyor ve en önemlisi ülkeler olarak buna karşı ne önlemler alabilirizi tartışıyorlar. Amaç ise elbette ki yaşanan olumsuzluklar.

Karşısında insanları uyarmak, dikkat çekmek ve bilinçlendirmek.

Doğa artık bildiğimiz saf, vahşi doğa değil her şey hızla kirlenmekte buna karşın bir de herkesin ağzından ‘organik’ kelimesi düşmemektedir. Bu kirliliği bu bozulmayı yaratan biz insanlar şimdi ise panzehrini organiklerde arıyoruz ne acı! Keşke bu hale getirmeseydik de doğada olan eski haliyle kalsaydı. Özellikle Sanayi Devrimi ile başlayan bu bozulma hızla devam etmektedir ve maalesef bunun en büyük ceremesini de az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler çekmektedir. Sanayi devrimini yapıp zenginleşen ülkeler şuan başat güçlerken sömürüp posasını bıraktıkları her şey ardında hava kirliliğinden, su kirliliğine ve önüne geçilemez bir iklim değişikliğine yol açmıştır ancak onlar bunların panzehrini de üretmeyi unutmamış geri dönüşüm gibi alternatif yolları da düşünmeyi akıl etmişlerdir. Fakat az gelişmiş ülkeler ellerinde kalanlarla bu yolda epey geriden gelmektedirler.

Dünya nüfusunun %20’sini oluşturan kalkınmış ülkeler, dünya kaynaklarının %80’ini kullanıyorlar ve maalesef bu oranda da dünyayı kirletiyorlar. Belirlenen son verilerle doğal kaynakların üçte ikisi tehlike altında. Yeryüzündeki bitki ve canlı türlerinin dörtte biri yok olmak üzere. Tarımsal genetik çeşitliliğin dörtte üçü, tarım alanlarının üçte biri ise çoktan yok oldu. Kimyasal gübre ve zirai ilaçlar doğal dengeyi bozdu, tarım toprakları kirlendi. Dünya topraklarının üçte biri ise çölleşti. Son elli yılda fosil atıkların tüketimi 9 kat artarken bunun en ağır sonuçlarından biri olarak küresel ısınma tehlikeli boyutlara ulaştı. İklim değişiklikleri her iki küreyi de hızla etkilemeye devam ediyor. Buzullar ise günden güne bu değişiklikler karşısında erimeyi sürdürüyor. Görüldüğü üzere her şey bir diğerini tetikliyor ve değişimi yok oluşu beraberinde getiriyor. Doğaya karşı giriştiğimiz bu hoyratça savaşta pek çok afetle yüz yüze kalacağımızı görmezden gelemeyiz. Artık susuzluk, kuraklık, açlık, iklim göçleri, kasırgalar başta olmak üzere afetlerin kapımıza dayandığı gerçeğini aklımızdan çıkarmamalıyız. Hiç şüphesiz her ülke de bu yaşanabilecek olumsuzluklardan payını alacaktır. Bu nedenledir ki; bireysel bilinçlilik doğaya karşı sevgi ve de saygı, elimizdeki kaynakların değerini bilmek ve sürdürülebilirliği sağlamak vakit kaybetmeden benimsememiz gereken özelliklerimiz olmalıdır. Hepimiz biliyoruz ki betonlaşma değil bir yeşilin, temiz bir mavinin varlığı bizleri kurtaracaktır…

Yaşanan bu acı gerçekler ve olaylar karşısında benim bir ‘umut ışığı’ olarak gördüğüm konulardan birinin önemine de değinmek kısaca bahsetmek belki bizleri az da olsa bu karanlık tablodan uzaklaştıracaktır.
Bu umut ışığının adı ‘Geri dönüşüm!’. Belki de gelecekte bu kötü gidişattan kurtuluş, kurulacak olan sağlıklı ‘geri dönüşüm’ sistemlerinin var olmasıyla sağlanacak ve belki böylece doğa bizi affedecek.

Son yıllarda bu konuda dünya genelinde tam anlamıyla bir aydınlanma yaşanıyor. Özellikle gelişmiş ülkeler (ki kirliliği en çok arttıran yine onlardı), doğal kaynakların sürdürülebilmesi, geri dönüşüm gibi çalışmalar konusunda alabildiğine hızlı bir şekilde yeni uygulamalar, projeler geliştirerek gelecek kuşakları korumayı hedefliyorlar.

Geri dönüşüm potansiyel olarak faydalı materyallerin yeniden kazanılarak boşa harcanmasını ve sürekliliğinin sağlanması için kimyasal ve fiziksel işlemlerle tekrardan kullanıma sunulmasını sağlıyor. Böylece doğadan aldığını hem daha çoğunu almadan hem de dönüştürerek geri vermeyi amaçlıyor. Atık malzemeleri geri dönüştürerek yalnızca çevre kirliliğini önlemekle kalmıyor, kâğıt, plastik, alüminyum, tekstil ve elektronik atıkların tekrar kullanılmasını sağlamış oluyor.

Geri dönüşüm gibi dünyadaki tüketimin sonucunu faydaya çeviren faydalı bir uygulamada bilinçli insanlar yetiştirerek çok büyük yol kat etmeyi başaran ülkeler genel olarak doğa ve çevre konusunda günümüzde farklarını ortaya koymuş durumdadır. Dünyada geri dönüşümde en iyi ülkeler; Avusturya, Almanya, Tayvan, Mısır, Brezilya, Singapur, Güney Kore, İngiltere, İtalya ve Fransa diye sıralayabiliriz ve inanın bu ülkeler bu alanda müthiş, ilginç projeler üretiyorlar ve bu konuda oldukça yaratıcı ve iyiler. Bir araştırın, okuyun derim. Ben kendi gözlerimle gördüğüm Almanlara hayran kaldım. Öncelikle evlerinden başlayarak geri dönüşümü teşvik etmişler. Yine her sokakta, duraklarda, istasyonlarda kısacası belli başlı pek çok noktada koca koca her biri farklı renklerde olan farklı atıkları temsil eden çöp kutuları var ve inanın evlerinden başlayarak bu konuda çok dikkatli ve katılar zaten bunları yapmak mecburi yani yasalarla da desteklenmiş durumda. Hem nimetlerden faydalanmak hem de bunun sürdürülebilirliği için önlem almak, ne muhteşem bir uygulama ve ne kadar akıllıca değil mi?

Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde ‘geri dönüşüm’ gibi çalışmalarda henüz yeni yeni farkındalıklar oluşmasından ötürü çalışmalar geriden gelmekte fakat yine de ülkemizde bu konuda verilen çaba özellikle son yıllarda geri dönüşüme katkı sağlamak adına yapılan yenilikçi çalışmaların hızlandığı görülmektedir inanın bunların olması bile bizler için büyük birer adımdır. Yine tekrarlıyorum ki bunlar ancak öğretilerek bilinçlilik sağlanarak gerçekleşebilecek konulardır. Toplumsal bilinç şarttır okullarda ilk yıllarda ayrıca dersler olarak verilerek yapılmalıdır hiç bir şey için geç değildir.

Doğa bizden vazgeçmiyorsa hep bir alternatif sunuyorsa bizde ondan vazgeçmemeliyiz. Çevremizde var olan güzellikleri yaşanılabilir yarınlar için sahip çıkmak ve korumaktan başka çarenin olmadığını bilmeliyiz. Hep unutuyoruz ama bu dünya sadece biz insanlara ait değil. Yaşayan tüm canlılara ağacından hayvanına kadar saygı duymalı gelecek nesillere sağlıklı bir dünya bırakmak için çöpümüze dahi sahip çıkmamız gerektiğini bir an dahi unutmamalıyız.

İnanın dünya ve doğa bunu hak ediyor…

Umudumuz Sizde..

Yeniden merhaba, yaklaşık iki aylık bir süreden sonra tekrar huzurlarınızda olmanın heyecanı ve keyfi kelimelerle anlatılacak gibi değil inanın.

Bu sayımız 23 Nisan ve 19 Mayıs Kutlamalarının arasına denk geldi, her iki bayram da bu ülkenin kurucusu ve kurtarıcı önderi Mustafa Kemal Atatürk tarafından çocuklarımıza ve gençlerimize armağan edilmiş çok ama çok anlamlı günler.

Yüce atamızın çocuklara ve gençlere ne kadar çok önem verdiği ve devrimlerini onlara emanet ettiği buradan da belli olmuyor mu zaten.
Sevgili çocuklar ve genç kardeşlerim buradan naçizane bir ağabeyiniz bir büyüğünüz olarak birkaç tavsiyede ve öneride bulunmak istiyorum.
Bizler yaşımız ve dönemin şartları itibariyle, büyüklerimiz tarafından “aman önlerde gözükme, arkalarda da yer alma” gibi telkinlerle büyütüldük ( bunların nedenlerini inşallah başka bir yazıda anlatırım) ve dolayısıyla kendini çok ifade edemeyen, girişimcilikten yoksun, özgüveni zayıf ve buna bağlı olarak medeni cesareti olmayan-gelişmeyen bireyler olarak büyüdük ve nerdeyse çocuklarımızı da bu şekilde yetiştirmeye başladık ve sonuçta kendini geliştiremeyen bireyler olarak yaşadığımız topluma da çok katkı sunamadık…

Halbuki atam ne demişti? “ Umudum Gençliktedir” Siz çocuklar ve sevgili gençler; lütfen sorgulama alışkanlığınızı geliştirin, size söylenen her şeyi peşinen kabul etmeyin ( aman ha asi olun demiyorum, yanlış anlaşılmasın 🙂 ) anlamadığınızı sorun , anlayana kadar sorun,ikna olana kadar pes etmeyin bir yanlış gördüğünüzde müdahale edin ( benim müdahale etmemle ne olacak demeyin) güçlü toplum kendini yetiştirmiş bireylerden oluşabilir ancak, bunu lütfen aklınızdan çıkarmayın.

Sizleri çok seviyoruz, yaptığınız- yapacağınız hatalara rağmen üstelik..hata yaparak,onlardan ders çıkararak gelişebilir ancak insan,hata yapmaktan korkmayın hiçbir başarılı insan ilk denemesinde yakalayamamıştır başarıyı, ve başarının çalışmaktan önce geldiği tek yer sözlüktür bunu unutmayın..

Bu vesileyle Türk Milletinin hem 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramını hem de 19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramını kutluyorum.

İki milli bayramımız arasına denk gelen Ramazan Ayının da tüm İslam Alemine hayırlı olmasını diliyorum,görüşmek dileğiyle..

ERTELEMEK ÖLÜMDÜR

Sizlerle buluşmamızda böyle bir başlıkla karşınıza çıkmak istemezdim inanın, umarım yazıyı okuduktan sonra başlık konusunda bana hak verirsiniz…

İnsanlar ölüm döşeğindeyken en çok yaptıklarından değil de, yapabilecek durumdayken yapmadıklarından pişmanlık duyarlarmış…

Çok yakın bir dostum. yakın bir zamanda bir olaydan bahsetti ve dinledikten sonra ağzımdan başlıktaki kelimeler döküldü;

Bir kadın ayak parmağındaki ağrılar nedeniyle doktora gider ve muayene sonucunda parmağının kangren olduğu ve kesilmesi gerektiği söylenir,aile şaşkın ve şokta.. düşünmek isterler ve evde çokça tartışılır bu konu ve kadının ağrıları iyice arttığında çaresiz doktorun yolunu tutarlar “tamam kesin parmağı kurtulsun bari bu acıdan” doktor kangrenin ilerlediğini ve ayak bileğinden kesilmesi gerektiğini söyler bu defa,yine şaşkınlık ve şok..aile yine bunu konuşmak için günlerce tartışır ve bu böyle gider ve diz kapağı derken kalçadan kesilmesine kadar gider.. Başta parmağıyla kurtulup hayatına bağımsız devam edebilecekken yürüyemez ve yardıma muhtaç bir hale gelir sonuçta…

Yukarıda anlattığım hikayenin değişik versiyonlarını yaşıyoruz istisnasız hepimiz! Hani o kullanmaktan uzak durduğumuz “özür dilerim” “seni seviyorum” veya sıkça kullandığımız “sonra ararım” veya “önce o” kelimeleri var ya? Hatta birde arayıp iki kelime konuşmak yerine kopyala yapıştır mesajlar var ya hani? İşte onlarla ne kadar cinayet işlediğimizi hiç düşündünüz mü? Kaç sevgiyi, kaç şefkat ihtiyacında olanı? ya kendi içimizde öldürdüklerimiz?

Haydi gelin bugün kendimize ve tüm insanlığa bir şans tanıyalım, aramasını beklediğimiz o kişiyi biz arayalım, sms yerine sesimizi duyuralım, ilk merhabayı-ilk günaydını biz diyelim çünkü bize kimin ve ne kadar ihtiyacı olduğunu bilmiyoruz ve daha önemlisi ne kadar ömrümüz kaldığını da…

Tekrar buluşabilmek dileğiyle, keyifle kalın..

KANSER!… KİRAZ AĞAÇLARINI DA VURUYOR!

Son yıllarda bölgemizde başta kiraz olmak üzere tüm sert çekirdekli meyve bahçelerinde dikkat çekici bir şekilde lokal dal ve gövde kurumalarıyla başlayan ve genele yayılan kurumalar ciddi bir şekilde artış göstermiştir. Bu durumun sebebi; iki farklı kanser türü (Bakteriyel Kanser ve Zamklanma Hastalığı ve Sitospora Kanseri) dir. En yaygınıda bakteriyel olanıdır.

Üreticiler Salihli(0900 ziraat) çeşidinde çaresi olmayan kuruma gibi düşünmekte kanser yaraları kabuk altında olduğu için görememektedirler. Kanserle bulaşık olan ağaçların direnci zayıfladığı için gövde kurtlarından; ağaç sarı kurdu ve ağaç kızılkurdu larvalarının girişlerine çaresiz kalmaktadırlar. Kanser sorunu bölgemizde sinsice giderek artmakta olup; zamansız yağışlar bulaşmayı artırmaktadır. Her ikisinin de belirtileri birbirine benzerdir.

BELİRTİLERİ:

– Hastalık etmenleri gözler, çiçekler, yapraklar, meyveler, genç sürgünler, dallar ve özellikle ana gövde ve yan dallarda lokal renk değişimi şeklinde belirti gösterir.
– Bulaşık yaprak ve çiçek gözleri ilkbaharda açılmaz. Bu gözlerin dip kısımlarında küçük kanserler oluşur. Bu gözlerden açılan olursa da yaz başlarında buradan çıkan yapraklar solgunlaşır ve kurur. Bazen çiçekte de enfeksiyonlar görülür. Çiçekler solar, kahverengi renk alır ve dalda asılı kalır.
– Ana dallar ve gövde üzerinde kanserli dokular oluşur. Dokuların yüzeyi ıslak ve güneş yanığı görünümündedir. Bir süre sonra zamk akıntısı oluşur. Dokunulduğunda sünger gibi yumuşak bir yapıda olur ve devamında uca doğru önce sararma ve kurumalar görülmektedir. Müdahale edilmezse kuruyabilir.

BULAŞMA YOLLARI:

– Hastalık etmeni rüzgar ve budama aletleri vasıtasıyla gözlerden, don çatlaklarından, yaprak izlerinden, yaralardan ve budama yerlerinden bitkiye girer ve kışı kanserlerin kenarındaki kabuk dokusunda, sağlıklı gözlerde ve sistemik olarak iletim demetlerinde geçirir.
– Son yıllarda aşırı kimyasal ve hormon kullanımı ve değişen iklim sonucu ağaçlar strese girmekte ve hassasiyet oluşmaktadır.
– İnce dallarda ve genç sürgünlerde enfeksiyon, genellikle yaprak dökümü sırasında ve kış aylarında meydana gelir.
– Sonbahardaki bulaşmalar daha ağır seyreder ve kuruma daha hızlı olur. Ancak ilkbahar bulaşmalarında ağaçların vegetatif aksamı faal olduğu için yaraları kapatma şansı olabilir.
– Soğuk kış periyodunda kanser gelişimi yavaştır. Kış sonu ile büyümenin hızlı olduğu, ilkbahar arasındaki dönemde, kanser gelişimi çok hızlanır. Bakteri ilkbaharda çoğalmaya başlar ve yağmurla çiçeklere yapraklara yayılır.

ÇÖZÜM ÖNERİLERİ:

– Öncelikle bulaşma yollarını düşünerek bu girişleri kapatmamız, ağaçlarda gereksiz yara oluşturmamamız gerekir.
– Sonbaharda yaprakların % 75 i dökülünce % 3’lük, İlkbaharda çiçek tomurcukları açmadan 1 hafta önce % 1’lik oranlarında Bordo bulamacı veya hazır bakırlı ilaç uygulaması bütün sert ve yumuşak çekirdekli ağaçlara uygulanmalıdır. Buradaki amaç yaprakların koptuğu yerdeki ve muhtelif yaralardan zararlı organizmaların girmesini engellemektir.

– Yağmursuz dönemde özellikle ana ve yan dallardaki kanserli yaralar, sağlıklı doku görülünceye kadar bıçakla kesilmeli ve kahverengimsi, hastalıklı doku tamamen temizlenmelidir. Bu işlemi yaparken ağaç altına örtü serilmeli ve dal parçaları etrafa dağılmamalı en sonunda toplanıp yakılmalıdır.

– Temizlenen yaraya önce göztaşı daha sonra aşı macunu sürülerek ağaç bakıma alınmalıdır.

– Budama aletleri % 10 luk( 9 kısım su, 1 kısım çamaşır suyu) solüsyona batırılmalı,

– Gereksiz su ve azotlu gübre verilmemelidir.

– Sitospora kanserinin kimyasal mücadelesi yoktur. Ancak erken bulaşmalarda kanserli bölgenin temizlenmesi ve koruyucu madde kullanılması çözüm olabilir.

– Toprak işleme ve hasat sırasında ağaçlar yaralanmamalıdır.
Hasattan sonra üreticiler yorgun ağaçların bakımını ihmal etmektedirler. Birçok hastalık ve zararlının mücadelesi eksik kalmakta ve ağaçların bir sonraki sezona hazırlanmasında gerekenler yapılmamaktadır.

Üreticilerin yaptığı bir başka hatada; Kanser nedeniyle kuruma belirtileri başlayan ağaçların aralarına zamandan kazanma düşüncesiyle yedek olarak fidan dikerek ikame etmektedirler.

Ancak bulaşık ağaçlar enfeksiyon kaynağı olduğu için yenisi de uzun ömürlü olmamaktadır. Gerçekte uzun ömürlü olan kiraz ağacı şeftali gibi kısa ömürlü hayat sürmektedir.

Sonuç olarak; Ağaçların sık sık kontrol edilmesi gerekir. Zaten keyifsiz ağaçlar kendini belli eder, bulaşık dalın üst aksamı sararır, zamanla kurur. Amacımız bulaşmanın önlenmesi, şayet bulaşmışsa kanserli dokunun etrafa yayılmadan temizlenmesi gerekmektedir. Temizliğin örtülerle desteklenmesi çok hassas çalışılması önemlidir….

KİRAZDA YAŞANAN SORUNLARA ÇÖZÜM ÖNERİLERİ

Önceki sayımızda çözüm önerilerine kısaca giriş yapmıştık. Şimdi adım adım, madde madde devam ediyoruz.

1-Anaç (delice) Seçimi: Toprağın Yapısı (toprak analizi), taban suyu yüksekliği, Toprak pH’sı(ekşilik-tuzluluk) delice seçimine etkili olmaktadır. Ağır ve çok su tutan, iyi drenaja sahip olmayan topraklar gençlik kısırlığı dönemini uzatır, zamklanmaya sebep olarak ağaç ömrünü kısaltır. Fazla kireçli topraklarda pH dengesi bozularak diğer besin maddelerinin(demir, çinko, magnezyum, potasyum) alımını engeller ve buna bağlı kloroz görülür. Ağır, kili topraklarda kök boğulmalarına sebep olurlar. Başlangıçta sadece kloroz şeklinde görülen bu tepki giderek dal ve ağaç kurumalarına yol açar. Taban suyunun yüksek olduğu yerlerde kökler yüzlek kalır ve ağacın gelişimi yavaş olur. Kök çürümelerine yol açan mantarlar aşırı çoğalarak zamklanma ve dal ve ağaç kurumalarına sebep olurlar. ANAÇLAR genel anlamda – Tohum anaçları -Klon anaçları olarak 2’ye ayrılır. Tohum Anaçlarından; İdris(Mahlep): Bölgemizde en çok kullanılan anaç dır. Esas itibariyle kirazdan ayrı bir tür ağaçtır. Yaprak yapısı benzemez. Kumlu, çakıllı, kuru, sıcak, süzek veya kumlu-tınlı, tınlı topraklarda kullanılır. Kök sistemi kuvvetli, derine gider, kireçli topraklara mukavemeti iyi, kuş kirazına göre taç oranı % 20 daha az, su problemi olan topraklarda değerlendirilebilir. 4×5, 5×5 m. ölçülerinde dikilebilir. 4-5 yıllarında meyveye yatar.

Bu özelliklerini dikkate aldığımızda Kemalpaşa bölgesinde bu kadar çok kullanılması sizce normal mi?

Kuş Kirazı: Yüksek boylu ağaçlar oluşturur. Kökleri yayvan ve yüzeysel gelişir. Saçak kök sistemine sahiptir.6×7 m, 5×6 m. dikilir. Geç meyveye yatar. Sulanabilen arazilerde tavsiye edilebilir. Yaprak şekli kiraza benzer.

Vişne: Kökleri yayvan ve yüzeysel gelişen bu anaç orta boylu ağaçlar oluşturur.

Son yıllarda bu anaçların bazı özellikleri modern ıslah yöntemleri kullanılarak bodur- yarı bodur özellikte, hastalıklara mukavemet gibi özellikler kazandırılır. Başlıca Klon anaçları: MaxMa14, SL-64,Gisel A 5-6, Mazzard F 12/1,, Tabel sayılabilir.

2- Dikim Sıklığı: Sık dikmek çok ağaç, çok ürün, çok kar anlamına gelmez. Tam tersi ağaçlar büyüyüp birbirine yaklaştıkça köklerde, dallarda rekabet artar, birbirlerinin besinine ortak olurlar. Ağaçlar zamanla tam güneş ışığı alamaz ve olgunlaşma süresi, aroması bozulur. Sıra aralarında makine-ekipmanlar rahat kullanılamaz.

Bu yüzden sıra arası ve sıra üzeri ölçüleri, en başta ağaçların taç büyüklüğü anaç(delice) belirlediği için anaca, arazinin eğimine, yöneyine göre mesafe belirlenir.

Klon anaçlarda bodurluk oranına göre 3×4,5 ile 5×6 m.arası ölçüler uygulanabilir. Klasik anaçlarda ise 5×5 m.6×7 m.ölçülerinde dikim sıklığı uygulanabilir.

3-Budama: Fidan, dikiminden itibaren 4-5 yıl şekil verebilmek için her yıl düzenli olarak kış ve yaz budaması yapılmalıdır. Şekil oluştuktan sonra zorunlu olmadıkça dokunulmamalıdır.

Ancak birbirine rakip dal, yaşlı dal, obur sürgün, yaralı, hastalıklı dallar kış döneminde çıkarılıp macun veya göztaşı sürülmelidir. Önemli 2 çeşit terbiye sistemi vardır. İlçemizdeki ağaçların nerdeyse tamamı Klasik sistem(goble=çanak) sistemindedir. Kiraz aslında bu sistemden ziyade Modifiye Lider sistemine daha uygundur. Sert çekirdekli meyve ağaçları (şeftali hariç) aslında budanmayı sevmezler. Çünkü yara oluşumuna bağlı hastalık etmenleri girişi riski ve zamklanma oluşabilir. Bunu önlemek için çıkarılması gereken dallar yeni oluştuğu an tam büyümeden yeşil budama dediğimiz yaz döneminde alınabilir. Üretici bahçesinde sürekli gezip kontrolünü yapmalı, alınması gerekenleri almalı, uç alma yapılacaksa makas kullanmadan tırnak ile almalıdır. Dal açma (kürdan, mandal veya ağırlık kullanma) yapılmalıdır.

4- Bitki Besleme: Mevcut duruma baktığımızda üreticiler, bayilerin insafına kalmış durumdalar. Bazen üreticilerin ellerinde aynı gübrenin farklı markalarını görüyoruz. Özellikle son yıllarda yaprak gübresi kullanımı çok ciddi oranda arttı. Bu durum kısmen yanlış. Zira bitkilerin su ve besin maddesi alım organları kökleridir. Doğrusu kökten vermek. Ancak bazen aşırı eksiklik durumunda serum gibi yapraktan verilebilir.
Klasik bir tavsiye olacak ama öncelikle 2 yılda bir toprak tahlili yaptırmak gerekir. Bu da yeterli gelmez. Çünkü toprakta olsa bile bitki alamayabilir. Bunun için yaprak örneği de alınmalı ve buna göre gübreleme programı yapılmalıdır.

5-Hasat Sonrası Bakım İşleri : Üreticilerimiz hasata kadar ellerinden gelen bakım işlemlerini kısmen yapmakta ancak hasat sonrasında bahçeye zorunlu olmadıkça uğramamaktadırlar. Hasata kadar ağaçlarda ciddi besin maddesi eksilmekte ve ağaçlar yıpranmaktadırlar. Bunun için hasattan hemen sonra azotlu gübre takviyesi yapılmalı ve ağaçlar bir sonraki sezona hazırlanmalı, gübreleme damla sulama sistemiyle verilmeli, hastalık ve zararlılarla özellikle kırmızı örümcek zararlısıyla doğru bir şekilde mücadele edilmelidir. Bir sonraki yılın meyve gözleri Temmuz-Ağustos aylarında oluştuğundan bu dönemde kontrollü şekilde fosforlu gübre takviyesi yapılmalıdır.

6- Dölleyici Eksikliği Sorunları: Üreticilerimize; “dölleyici” varmı? Sorusuna; “Komşuda var, bana gelir” demektedirler. Komşuya soruyoruz o da; diğer komşusundan geleceğini söylüyor. Bu kısırdöngü devam eder gider. Yani hiçbirinde yok. Mevsim normal seyrettiği zaman dölleyici sorun olmuyor. Çünkü rüzgarla çok uzakta da olsa veya kendi bahçesinde bulunan Napolyon (noir de guben) çeşidi bu sorunu çözüyor.

Ancak çiçeklenme zamanında aşırı yağışlara bağlı olarak, polenlerin nemli ve uzağa taşınamaması dolayısıyla yakınında bile olsa tam olarak çalışmamaktadır. Bir de böyle anormal iklim koşullarında aynı anda çiçeklenme olmamaktadır. Bu durumda 1 yerine 2 farklı çeşit dölleyici bulundurulmalıdır. 2008 yılında Kemalpaşa da belki de tarihte görülmeyen bir dölleyici sorunu yaşadık. Hafızalar tazelensin.

Bölgemiz ve ülkemizin ihracat kirazı 0900 Ziraat (Salihli) ın dölleyicileri; Starks Gold (sarı kiraz), Merton Late, B.Gaucher, Lambert, Noble ve Vista’dır. Bazı yıllar Napolyon (noir de guben) de dölleyebilir.

7-Ağaç Kurumaları: Bölgemiz kiraz ağaçlarında Bakteriyel Kanser ve zamklanma hastalığına bağlı dal ve ağaç kurumaları çok artış göstermiştir. Ayrıca gövde kurtları(ağaç sarı kurdu ve ağaç kızılkırdu) ve toprakaltı zararlıları son yıllarda üreticinin farkında olmadan, ağaçlarındaki sorunu gittikçe artmaktadır.

Ayrıca erkenciliği sağlayan ancak 10 yıldır yasak olduğu halde kullanılan Hidrojen Syanamid etkili ürünler, ağaçların doğal dengesini bozmakta ve daha hassas duruma getirerek kurumalara sebep olmaktadır.

8- Hastalık ve Zararlılar: Her hastalık ve zararlının kontrol, mücadele zamanı geldiğinde ayrıntılı olarak bu köşede anlatılacaktır.

9. Pazarlama Sorunları: Mevsimin ilk kirazının ilçemizde üretilmesi, bir nevi turfanda özelliği dolayısıyla fiyatlar makul ve iyi diyebileceğimiz seviyelerde olmaktadır. Ancak bazı yıllar firmaların aralarında anlaşmalarıyla fiyatlar dip yapmakta ve üreticilerimizin 1 yıllık emekleri boşa gitmektedir. Çözüm; Kemalpaşa Kiraz Üreticileri Birliğinin daha aktif hale getirilmesi, piyasada ciddi alım yapması fiyat rekabetini artıracağı aşikardır.

Kemalpaşa’da Kiraz Üretiminde Sorunlar

Başlarken…..

Değerli okurlar; Sizlerle bu köşeden tarım ile ilgili konularda 2 ayda bir buluşacağız. Kemalpaşa’nın ekonomik değere sahip olan kiraz, zeytin, şeftali ürünleri ve arıcılığı ile ilgili bildiklerimizi ve tecrübelerimizi aktaracağız. Bu konularda dönem itibariyle öne çıkan üründe yapılması gereken uygulamaları hatırlatacağız. Doğru ve güvenilir bilgiyi alacağınızdan şüpheniz olmasın. Kemalpaşa İlçe Tarım ve Orman Müdürlüğünde daha önce çalışmış ve halen burada oturan, konuların ve sorunların içinde olan biri olarak karşınızda olacağım. Bu konularda her türlü soruyu iletişim kanalıyla sorabilirsiniz. Objektif bir şekilde cevaplamaya çalışacağım.

Bu ilk sayıda Kemalpaşa’nın başrol meyvesi kiraz ile başlayacağız. Kemalpaşa’nın Cumhuriyet dönemine kadar ki eski adı Nif idi. Yunanca da Nif’in gelinlik anlamına geldiği bilinir. İlkbaharda kiraz ağaçları pembe-beyaz çiçekler açtığında gelin gibi görüntü verdiği için böyle bir isim verilmiş. Kiraz denilince hiç kuşku yok ki Kemalpaşanın, ülkemizde ve yurtdışında hakettiği bilinirliği vardır. Ülkemizde ve kuzeyyarımkürede ilk kiraz Kemalpaşa Bağyurdu bölgesinde yetiştirilmektedir. Kemalpaşa için 50-60 yıldır kiraz, Kemalpaşamızın yaşam tarzına yön vermiş, her alanda alışverişler kiraz hasadına göre yapılmıştır.

İlçe genelinde 2,5 milyon mahsüldar kiraz ağacı ve yıllık 60-80 bin ton arasında üretimle hatırı sayılır bir ekonomik girdi sağlamaktadır. Ülkemiz kiraz üretiminin % 15’i ilçemizden gerçekleştirilmektedir. Aslında Kemalpaşa ovası kiraz yetiştiriciliği için ideal yapıyı göstermez. Kiraz yayla ortamlarında ekstrem özelliklerini gösterir. İklim itibariyle ilçemiz erkencilik sağladığı için avantajlı bir duruma gelmiştir. Ancak küresel ısınmaya bağlı kiraz ağaçları yıllık soğuklama ihtiyacını karşılayamadıkları için üretimde sorunlar olmaktadır. Üreticiler soğuklama ihtiyacını karşılayıp daha erkencilik sağlamak için muhtelif kimyasal ürünler kullanmaktadırlar. Bu ürünler insan ve ağaç sağlığı açısından sakıncalıdır. Bu konuda üreticilerin daha duyarlı olmasını ve hassas davranmalarını istemek en doğal hakkımız sanırım.

Küresel ısınma kirazı da etkiledi. Yüksek soğuklama isteyen kirazda mevsimin değişmesine bağlı(Ilıman bir kış mevsimi, zamansız yağmur ve dolu yağması gibi değişkenlikler) daha profesyonel çalışmamızı gerektiriyor. Yani babadan dededen kalma bilgilerin üzerine yenilikleri uygulamamız gerekiyor.

Kemalpaşa’da Kiraz Üretiminde Sorunlar Var

Yaptığımız arazi taramalarında görüp tespit ettiğimiz sorunlar ve halihazırdaki durum;

1- Anaç (Delice) seçimi çoğunlukla yanlış,
2- Bahçe tesis ederken çok sık dikim yapılıyor.
3- Budama hataları yapılıyor.
4- Bitki besleme dengeli yapılmıyor.
5- Hasattan sonra ağaçlara bakım yapılmıyor.
6- Dölleyiciler ya yok, ya da eksik.
7- Son yıllarda ağaçlarda yan dallardan başlayarak genele yayılan çok ciddi kurumalar var. Bunun sebebi de belli.
8- Hastalık ve zararlılarla mücadele zamanında yapılmıyor.

Şimdi kısaca giriş yaptık, yukarıda saydığımız bu sorunlara çözüm önerilerini sıralayalım.

Kirazda Sorunlara Çözüm Önerileri

Konuya şöyle bir örnekle girelim. İnşaat yaptıracağız diyelim. Önce Belediye bir liste verir bir yığın belge ister ve biz tamamını temin ederiz. Çünkü duruma göre 40-50 yıl kullanılabilir olması, yasal zorunluluk gereği bu işlemleri yaparız. Her bölümü en ince ayrıntısına kadar (mimar, inş.müh. makine, elektrik) hesap edilmiştir.

Konu tarıma özellikle meyve bahçesi tesisine gelince; komşuya sorarız, çiftçiye sorarız, 3 günde kararı verip fidanları dikeriz. Hangi delice, hangi çeşit, hangi gübre vs.. sorarız. Ancak bilgi eksikliği her alanda olduğu gibi burada da kendini gösteriyor. Herkesin yaklaşımı farklı ve biribirini tutmuyor. Tarımsal üretimde bilimin kabul ettiği doğrular uygulanmalı ve bilgi doğru yerden alınmalıdır.

Meyve bahçesi tesis etmeden öncede çok derin inceleme yapılması her şey en ince ayrıntısına kadar hesap edilmesi gerekir. Çünkü 30-40 yıl bu ağaçlardan verim alabilmeyi planlamalıyız.

Şimdi sonraki sayıda 8 maddelik çözüm önerilerini tek tek ayrıntılı bir şekilde yazacağım.

Hoşçakalın…

NİF RUM MEKTEBİNDEN CUMHURİYET OKULUNA

Başlarken;

Efendim merhabalar; Bize ayrılan bu köşemizde 1923 yılına kadar ismi Nif olan Kemalpaşa ilçesinin binlerce yıllık mazisinden bahisle, nispeten belgelere dayalı olarak ve fazla ayrıntıya girmeden, yöre tarih ve coğrafyasından tanıtıcı ve bilgilendirici konulara değinirken meraklıları için dipnotları da vermeye çalışacağız. Umarız bu ve benzeri çalışmalar İlçede eksikliğini hissettiğimiz yerel tarih çalışmalarının artmasına ve müfredata girmesine katkı sağlar.

Bilindiği üzere 1922 yılının Eylül ayına kadar bu coğrafyada asırlarca beraber yaşadığımız diğer millet ve dinlerden birçok komşularımız olmuştu. Bunların başında da Ege Denizi’nin muhtelif adalarından, ekseriyetle Girit adası muhtelif köy ve Kasabaları’ndan gelmiş Rum ahali gelmektedir. Çeşitli siyasal olaylar ve halk hareketleri neticesinde bu Rum Nüfusun büyük çoğunluğu ilk dalga ile 18.yüzyılda bölgeye gelmişlerdi. “Bu büyük göçün ilk ve ana sebebi, hiç şüphesiz, Mora Adası’nda yaşayan ve Osmanlı tebaası bulunan Rum nüfusun, maruz kaldığı saldırılar sonucu Türk Devleti’nin onların güvenliğini sağlama refleksidir. Şöyle ki Cebelitarık’tan Akdeniz’e geçmiş olan Rus Donanması’na komuta eden Orlof kardeşler‘in önderliğinde, 1770 yılında Mora’da başlayan ayaklanma, Osmanlı Devleti’nce bastırılarak Ruslar, bölge Rumlarını Türklerin ve Arnavutların insafına terk etmişlerdi. Yaşlı bir Rum Nifli’nin verdiği bilgiler göre, hayatlarından endişe eden Rumlar, İstanbul’a mektup göndererek Padişah’tan, Mora Hıristiyanlarının imparatorluğun başka yerlerine taşınmasına izin vermesini rica etmişlerdir. Anadolu’daki verimli topraklarda, iş gücüne duyulan gereksinim nedeniyle Padişah ricayı olumlu karşılamış, ayanların büyük çiftliklerinde çalışmak üzere bunların İzmir kıyılarına çıkmaları ve oradan ülkenin iç kısımlarına dağılmalarını emretmiştir.” Söz edilen Rumların bir kısmı Nif merkez, Ulucak, Kızılca, Parsa, Yakaköy gibi köy ve kasabalara iskân edilmişti.

Böylece Nif sakini Osmanlı tebaası olan bu Ortodoks Rum topluluğu, sayıları zaman içinde artan bir nüfusa sahip olarak ”Nif merkezinde 1835’de 345 (Erkek), 1901 ‘de toplam 2238 kişi “ çiftçi, esnaf, işçi olarak toplumsal yaşama katılmışlar, kendi topraklarını işleyerek, işyerlerini çalıştırarak ve ırgat olarak ülke ekonomisine katkı sağlamaya başlamışlardı. Bu topluluğun dini ve eğitim ihtiyaçlarının karşılanması için Osmanlı Devletinin de izni ile Rum nüfusun bulunduğu yerleşimlerde, kiliseler inşa etmelerine izin verilmişti.” Nifli Ortodoks Rumların ibadet edebildikleri, özel günlerde dini ritüellerini yerine getirebildikleri Kiliseleri vardır. Nif merkezde bulunan Agios Nikolaos Kilisesi, 1849 yılında inşa edilmiş olup bahçesi, bölgenin seçkin insanlarının gömülmek için yer satın aldığı bir hazireye ev sahipliği yapmaktaydı… Aziz Nikolaos olarak adlandırılan bu kilise “ Bizans dönemine ait bir kiliseydi ve adı aziz Nikolozo olarak bilinmekteydi. Kilisenin üst yolunda demir madeni bulunmakta, Kilisenin girişine Nikaloas’un resmi asılmış durumdaydı… Kilisenin yakınına 1887 yılında bir okul yapılmaya başlanmış, bu okul 1903 yılında daha da büyütülmüştü…”

1839 yılında ilan edilen Tanzimat fermanı, vatandaşlar için kanun karşısında eşitlik ilkesini vurgularken, 17 yıl sonra çıkarılacak olan Islahat fermanı, Gayrı Müslimlere çeşitli branşlarda okul açma, dini bina ve mezarlıklar, hastaneler inşa ve tamir etme, askeri ve mülki mekteplere girebilme vs. gibi haklar tanımış ve bunların mahalli kilise topluluklarının isteği ve dini üst yönetimlerinin Padişaha resmi müracaatları ile yapılabilmesinin yolunu açmıştı. Yurt içindeki yerli ve yabancı eğitim kurumlarının belli bir düzen altına alınmasına yönelik çalışmaların bundan sonraki ayağı, 18 Haziran 1869 tarihinde çıkarılan Maarif-i Umûmiye Nizamnâmesi olmuştur. Bu nizamnamenin 129. maddesi azınlıklara ait okulların, teşkilat, yönetim, müfredat, personel vb. konularda iyileştirilmesine yönelik hükümler taşımaktaydı.

“1- Yabancı Okullarda (Özel Okullar) görev yapan ya da yapacak olan öğretmenlerin, Maarif Nezareti‟nden onay almış birer diplomaları olmalıdır.

2- Yabancı Okullarda okutulacak kitapların listesi, ders program çizelgesi Maarif Nezareti tarafından onaylanmalıdır.

3- Hizmetine devam etmek isteyen ya da yeni açılacak olan okul, Maarif Nezareti’nden gerekli şartları yerine getirerek ruhsat almalıdır. Ruhsat için gerekli şartlar ise gerçekten bir kurumu her yönüyle tanıyıp, kontrol getirecek özelliktedir. Ruhsat almak isteyen okul, daha önce açılmış ve hizmetine devam edecekse, okulun yeri, kurucusunun kimliği, hangi kurum ya da devlete bağlı olduğu, öğrenci sayısı ve milliyeti, okulun masrafının nasıl karşılanacağı, bina, okutulacak kitaplar ve ders programları hakkında bilgi, öğretim kadrosunun da güvenlik açısından durumu sorulmakta, eğer okul, daha önce herhangi bir olumsuz olaya karışmamışsa, gerekli şartları da yerine getiriyorsa ruhsat verilmekteydi.

Ruhsat isteyen okul yeni yapılacaksa, okulun üzerine yapılacağı arsanın kime ait olduğu, ne şekilde alındığı, ne kadar paraya alınıp, paranın da nasıl sağlandığı; arsanın boyutları, arsanın belli noktalara olan uzaklığı, arsanın cinsi, cinsine göre vergilendirilmesi, yapılması düşünülen okul binasının boyutları, iç teşkilat planı; kapı pencere oda sayısına varıncaya kadar binanın eni, boyu, yüksekliği gibi ölçüleri; bina yapılı ise ne kadar fiyata alındığı, paranın nereden sağlandığı, binanın vergi durumu; inşaat cinsi, kullanılacak malzemenin nereden, ne kadar fiyatla, nasıl karşılandığı, binanın hangi amaçla kullanılacağı, binanın hıfzıssıhha açısından kullanılabilir durumda olduğunu belirten raporunun bulunması, açılacak okulun devamı için gerekli paranın miktarı ve nasıl karşılanacağı, bina önceden yapılmış ve yalnızca onarım için izin isteniyorsa, onarımın neden gerektiği ve masrafının nasıl karşılanacağı, okulun kurucusu, yönetim kadrosu ve öğretmen kadrosu hakkında güvenlik soruşturmasının yapılması, okulun derecesinin, öğretim süresinin, okutulacak kitap listesinin, açıklamalı ders programlarının ve okula kimlerin devam edeceğinin ait olduğu topluluk adı ile birlikte bildirilmeliydi. Bütün bu bilgiler verildikten ve doğruluğu saptandıktan sonra ruhsat verilmekteydi” “

Nif Rumları artan nüfusları nedeniyle yeni bir okul binası yapmak istediklerini, Rum Patrikliğine bildirmiş. Bu dini kurumun yaptığı 1899 tarihli resmi başvuru Divan-ı hümayuna kadar ulaşmış ve Padişahın iradesine sunulmuştu… Bu tutanağın günümüz Türkçesine çevrilmiş transkripsiyonu aşağıda sunulmuştur.

“ ŞURAYI DEVLET MÜLKİYE DAİRESİ 2197 Aydın Vilayeti bağlılarından Nif Kasabasında bulunan Rum Mektebinin yeniden inşasına ruhsat verilmesi hakkında Rum Patrikliğinden gelen dilekçe üzerine, bu müracaata cevaben Aydın Vilayeti İdare Meclisinden gönderilen ve yapılmış soruşturma sonuçlarını içeren tutanak ve çeşitli evrak 17 Ekim 1899 tarih ve dörtyüzyetmiş numaralı tezkeresi ve Divan-ı Hümayun kaleminin ilgili evrakı ile Devlet Şurasına havale edilmiş olup, mülkiye dairesinde okundu.

İşaret edilen yere bakılarak yeniden inşası istenilen okulun, şose caddesi üzerinde bir buçuk dönüm miktarı sebze bahçesine bina ve inşa edileceği ve eski okulun ise adı geçen Nif kasabasında bulunan kilisenin içinde olup, dar ve çok harap olduğundan yeni okul yerinin kısmen dışarısında şose yolu üzerinde, havadar bulunan beyanı geçmiş bahçe içine yapılması planlanmış ve kararlaştırılmış ve bina kurulacak sebze bahçesi Devlet arazisi olup Rum milletinden Abacı İstirati karısı Yorgula sorumluluğunda bulunduğundan dolayı adı geçen tarafından, yeniden okul yapılmak üzere terk ve bağış edilmiş ve adı geçen bahçe bir dönüm bir evlekten ve değeri de beşbinyediyüzelli kuruştan ibaret bulunmuş olduğu cihetle, binde otuz para hesabıyla dört buçuk kuruş öşür vergisi takdir ve tahsisi gerekeceği ve eski okul binasının da boşaltılarak, kilisenin diğer odaları ile beraber papaz ve diğer personel için lojman olarak kullanılacağı, yeni yapılacak okulunda yarı kargir ve eni yirmi dokuz ve uzunluğu otuz sekiz, yerden yüksekliğinin de dokuz ziradan ibaret olarak inşası ve inşaat harcaması olan mecidi otuz üç kuruş hesabı ile yüzüçbinon kuruşun elli dört bin kuruşu kilise sandığı mevcudundan ve üst tarafı dahi Rum ahali tarafından karşılanıp ödeneceği ve adı geçen kasabada Rum cemaatinden üçyüzyetmişiki hanede erkek ve kadın toplam binaltıyüzyirmisekiz nüfus bulunduğu ve okulun inşasına mali ve arsa bakımından hiçbir mahzur ve zarar olmadığı anlaşılmış olduğundan, ebatları ve projesi beyan edilen miktarı aşmamak ve inşaat masrafları yazıldığı gibi toplanıp harcanarak bu vesile ile kimseden zorla para toplamak, bağışta bulunmaya zorlamak veya diğer şekillerde halk rahatsız edilmek ve baskı uygulamak gibi istenmeyen uygulamalar meydana getirmemek ve Maarif Nizamnamesinin özel okullara yönelik olan yüzyirmidokuzuncu maddesi içeriğine tamamıyla uyulması şartıyla gerekli olan kayıt ve belgelerin eklenerek ruhsatın verilebilmesi için divan-ı hümayun kalemine gönderilmesi, okulun inşa edilmesi tasarlanan sebze bahçesi hakkında öşür vergisi işleminin yapılması için maliye bakanlığına bildirilmesini ve adliye ve mezahip ve eğitim ve defter-i hakani bakanlıklarına da muamele ten itası yazıldığı iane defteri ve rüsum leffen takdim telif asifane hazretin veli ül emrindir 05 Aralık 1899“ Devlet Şurası Başkan ve Üyeleri (imza)

1922 yılının Eylül ayından sonra azınlıklardan kalan bu tür binalar İl özel idarelerine devir edilmiş ve niteliğine göre okul , hastane gibi kamu ihtiyaçlarına yönelik olarak kullanılmaya devam edilmişti. Esen kalın…

1. Rahim SAĞ , “Nif’te Komşuluk Türkler ve Rumlar “Nif’ten Kemalpaşa’ya , İzmir 2017, sf:220
2. Rahim SAĞ , A.g.e. sf:222
3. Rahim Sağ, A.g.e. sf: 230
4. İlknur Haydaroğlu, Osmanlı İmparatorluğunda Yabancı Okullar. Türkler, Ansiklopedis,i 2002 Ankara c.14, s.181-188.
5. B.O.A. i.Azn. 36.41

Belge Transkripsiyonu için Sayın Müşerref TEKİN’e teşekkürlerimle

19 Mayıs Bayram Kutlamaları

Milli Mücadele’nin önemli olay ve tarihleri, olaylara sahne olan mekânların, coğrafyaların tarih şeritlerinde unutulmaz bir iz bırakmış, insanlar bu günleri daima hayırla yâd etmek amacıyla törenler tertip etmişler ve her yıl düzenli şekilde bu günlerini kutlamışlardır.

Muhterem okuyucu, başlıkta da gördüğünüz üzere 19 Mayıs bayram kutlamaları, geçmişte birbirinden bağımsız olarak ama ayni ay içinde kutlanan birden çok unsurdan oluşmaktaydı. Bu unsurların birleştirilmesi ile 20 Haziran 1938 gün ve 3466 sayılı kanunla, 2739 sayılı kanunun ikinci maddesine yapılan ekleme ile “Gençlik ve Spor bayramı, Mayıs’ın 19.günü” olarak kabul edilmiş ve kutlanmaya başlanmıştı.

Mustafa Kemal’in Milli Mücadele’yi başlatmasına ilk adım olarak, bilindiği üzere 19 Mayıs 1919’da Samsun’da karaya ayak basması gösterilir. Bu kutlu günü takip eden yıllarda Samsunlular, olayın önemine binaen ve ilk adıma sahne olmakla haklı olarak övünerek bu günü, 1926 senesinden itibaren “Gazi Günü“ olarak kabul etmiş ve kutlama törenleri düzenlemişlerdi. 1927 yılı kutlamaları nedeniyle Vilayet gazetesinde yer alan bir yazıda “ Samsunlular, tarih’in kendilerine bahşettiği bu şerefli fırsatı öldürmeyerek, olayı geçen sene kutlayarak memleket hesabına bir bayram olarak kabul eylediler” diyordu. Samsun’daki bu kutlamaların 10. yılında basın haberi okuyucularına şöyle duyurmuştu:

“Tarihî bir gün – Büyük Gazinin Anadolu’ya ayak bastığı günün yıl dönümü.
Samsun 23 – Anadolu havalisinde Gazimizin mücadelesine mebde teşkil eden 19 Mayıs 335 in sene-i devriyesini tes’iden burada pek büyük tezahürat yapıldı. Saat 9’da Gazi’nin ilk ayak attığı iskele civarında toplanan halka Belediye reisi Faik Bey ve Gazi konağında C.H.F. Müfettişi ve Samsun mebusu Avni Bey pek müheyyiç hitabelerle, bu günün ulviyetinden bahis nutuklar irat ettiler. Samsun pek büzük bir sürur içinde çalkalanıyor. Gece binlerce halkın iştirak ile denizde ve karada muazzam fener alayları yapıldı aynı gece Gazi konağında C.H.F. tarafından Şükran Balosu verildi. Bugün ayni zamanda kanundan istifade eden 120 mahkûm tahliye edilmiştir. Mahkûmlar hapishaneden çıkarken ‘Yaşasın Cumhuriyet, yaşasın Ulu Gazi’ diye bağırmışlar ve hürriyetlerine kavuşmuşlardır.” Bu kutlama törenleri diğer illere de örnek teşkil etmiş 19 Mayıslarda Halkevleri’nde ve cemiyetlerde küçük anmalar yapılmaya başlanmıştı.

İşin gençlik kısmını ise 20. yüzyılın başlarından beri kutlanmakta olan ilk ve orta mektepler/öğrenci, jimnastik, idman ya da spor bayramı olarak isimlendirilen kutlamalar oluşturmaktaydı. Hava sıcaklıklarının kendini iyice hissettirdiği Mayıs ayı içerisinde bu kutlamalarda, önceden belirlenmiş geniş alan ve çayırlarda, okulların sergilediği koreografik spor hareketleri gösterileri ile spor yarışmaları düzenlenmekte idi, İzmir’de yapılan 1929 yılındaki gösterilerde Spor Bayramı nedeniyle Alsancak Stadyumu’nu ve tribünleri öğrenci velileri ve ilgili halk doldurmuş, beş binden fazla izleyiciye ilave olarak protokolde Vali Kazım Paşa ve muhterem ailesi ile Belediye Reisi Hulusi, Kars mebusu Halit Bey ve Belediye azasından Eczacıbaşı Ferit Bey ve birçok muhterem zat gösterileri izlemeye gelmişti.

Saat 3.30’da bando muzikanın (müziğin) tribünden akseden sesine öğrenci alayı ayak uydurarak resmigeçide başlanmış. Başta Kız Lisesi izcileri olmak üzere sıra ile Kız Lisesi öğrencileri, orta mektep kız izcileri ve öğrencileri, erkek izcileri, Amerikan Kız Koleji tenisçileri ile öğrencileri resmi geçidi yapmışlar. İkinci sırada Erkek Lisesi izcileri, atletleri, futbolcuları ve öğrenciler şiddetli alkışlarla izlenmiş. Liseyi takiben üçüncü sırada Muallim Mektebi’nin bisikletçileri, voleybol, futbol takımları, tenisçiler, öğrenciler ile Ticaret Mektebi öğrencileri geçmişler. Çok muntazam bir varlık göstererek birinciliğe seçilen Sanatlar Mektebi sürekli alkışlarla yürümüş, İzmir Koleji spora çok ehemmiyet verdiği için kazandıkları madalyalarla göğüsleri süslenen atletleri, basketbol voleybol takımlarıyla bisiklet ve tenisçileri futbol, beyizbol takımları, gülleciler, ciritçiler, diskçiler, atlayıcılar ve izciler sıra ile ve hepsi de tam bir düzen ile tören geçişi yaparak Türk sancağını ve Vali Paşa’yı selamlamışlardı. Resmi geçit töreninden sonra müteakip orta mektepler futbol şampiyonluğunu alan Muallim Mektebi futbol takımı, tribün ve Paşa’nın locası önüne gelerek gençliğin koruyucusu Vali Kazım Paşa tarafından “Mektepler Şampiyonluk Kupası” sahiplerine teslim edilerek tebrik edilmiş ve alkışlanmıştı. Mektepler şampiyonluk kupası alındıktan sonra kız öğrenciler sahanın ortasına gelerek Kız Lisesi beden eğitimi muallimi Mediha Hanım idaresinde İsveç jimnastikleri ile denge oyunları yapılarak alkışlanmıştı…

Kızlar dağıldıktan sonra Sanatlar, Lise, Muallim, Orta, Ticaret mektepleri öğrencileri sahayı işgal ederek Muallim Mektebi beden eğitimi muallimi Kenan Bey’in idaresi ve gür sesiyle beden terbiyesi hareketleri yapılmıştı. Yapılan bu hareketlerin hepsi bir alkış topluyor ve bilhassa Sanatlar Mektebi tam bir düzen içinde çok başarılı görünüyordu. Nihayet bu hareketler, öğrencilerin hep birden katılımıyla Cumhuriyet ve Türk mektepleri şerefine bağırdıkları yeni bir tarz alkış ve yaşa ile nihayet bulmuştu…” daha sonraki yıllarda da Mayıs içerisinde yapılacak olan bu törenler aşağı yukarı aynı şekilde öğrencilerin spor gösterileri, yarışmaların sergilenmesi şeklinde devam etmişti.

1935 yılında İstanbul’un büyük spor kulüpleri 19 Mayıs’ın “Atatürk Günü” olarak kutlanması konusunda görüş birliğine varmışlar ve bunu da basın yoluyla ilan etmişlerdi , 24 Mayıs 1935 tarihindeki kutlamalar kapsamında İstanbul kulüplerinin delegeleri, Güneş Spor Kulübü’nde toplanmış saat 10’da önlerinde bir bando olduğu halde Taksim Anıtı’na çelenk koyulmuştu. Saat ikide muhtelif kulüplere mensup sporcular Fener Stadı’nda alfabe sırasıyla bir resmi geçit yapmışlar, Adliye Bakanı Şükrü Saraçoğlu bayramın önemi hakkında bir nutuk söylemişti. Saat beş buçukta ise Galatasaray-Fenerbahçe karması Beşiktaş-Güneş Spor karması ile bir kardeşlik maçı yapmış neticede Beşiktaş-Güneş karması 3–2 galip gelmiş ve güzel bir karşılaşma olmuştu. Vefalılar da bir toplantı düzenleyerek Atatürk Günü’nü kutlamışlar, Atatürk’e, parti büyüklerinden Recep Peker’e bu ulu gün dolayısı ile duygularını, tebriklerini, bildirmişler ve her zaman hatırlamak içinde Vefa İdman Yurdu’nun kuruluş tarihi olan 6 Mayıs tarihini de bundan sonra 19 Mayıs tarihinde kutlamayı kararlaştırmışlardı . Okulların, Halkevleri ve resmi kurumların yaptığı resmi kutlamalara ilave olarak artık spor kulüpleri de 19 Mayıs’ta kendi tören ve gösterilerini sergileyerek kamuoyunda kendilerinden söz ettirmeye başlamışlardı.

Aynı yıl İzmir’de yapılan 19 Mayıs kutlamasının da önceki yıllara nazaran daha görkemli kutlandığını gazetelere yansıyan “İzmir’de atletizm bayramı -Kız ve erkek talebenin iştirakiyle yapılan müsabakalar çok parlak oldu” başlıklı haberden öğreniyoruz:

“İzmir Hususi — C H.F Partisi Başbakanı Avni Doğan’ın himayesinde Alsancak sahasında yapılan talebe atletizm bayramında, şimdiye kadar misali bir halk kalabalığı hazır bulunmuştur. Sahada on bin kişiden fazla seyirci vardı. Ayni sayıdaki bir kalabalıkta kapıya kadar geldi ve geri dönmek zorunda kaldı. Kız ve erkek talebeler ayrı ayrı yarıştılar ve hararetle alkışlandılar. Avni Doğan sahaya gelerek müsabakalarla yakından alakadar oldu. Bu arada vali General Kazım’la misafirleri de geldiler, kısa bir müddet bulundular. Müsabakalara, Kız Lisesi, Kız Muallim Mektebi, Kız Sanat Enstitüsü, Buca Orta Mektebi, Erkek Lisesi, Erkek Muallim Mektebi, Karşıyaka, Karataş, San‘atlar, Ticaret. Ziraat mekteplerinin atletleri iştirak etmiştir.

İlk müsabaka kızlar arasındaki 50 metroluk koşu ile başlamış, birinciliği Kız Lisesi’nden Muattar kazanmıştır. Kızlar arasındaki 100 metroyu on beş saniye ile Şuran, ikinciliği Kız Muallim Mektebi’nden Mesut almıştır Kızlar arasında uzun atlama çok heyecanlı olmuş Kız Lisesi’nden Muattar dört metro on bir santimle birinci olmuştur. Kızlar arasındaki 400 metroya dokuz müsabık girmiş birinciliği Kız Lisesi’nden Suzan ikinciliği Kız Enstitüsü’nden Huriye, üçüncülüğü liseden Perihan kazanmıştır. Uzun atlamaya 15 atlet dâhil oldu. Liseden Turgud 5,68 ile birinci oldu. 110 metro Manisalı koşuya Buca Orta Mektep’ten Hasan kazandı.”

1938 Haziran ayındaki kanuni değişiklikle 19 Mayıs tarihi ilk defa 1939 yılında resmi bayram olarak kutlanmaya başlanmış, takip eden senelerde bu usül değiştirilmemiş, uzayıp, kısalan kız öğrenci etek boyu etrafındaki tartışmalar devam ededursun 17.03.1981 tarih ve 2429 sayılı kanun ile “19 Mayıs, Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı” adıyla yeniden tanımlanmıştır.

1 Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, XI,-33,
2 Akşam, 20 Mayıs 1935
3 Akşam, 24 Mayıs 1935

Tüm Erkeklere

Bu sayıdaki yazım tüm erkeklere(!)

Çünkü içinde bulunduğumuz ayda 8 Mart günü “Dünya Kadınlar Günü”olarak kutlanıyor.Ama neden?

“8 Mart 1957 tarihinde ABD’nin NewYork kentinde 40.000 dokuma işçisi daha iyi çalışma koşulları istemiyle bir tekstil fabrikasında greve başlarlar. Ama polisin işçilere saldırması, işçilerin fabrikaya kilitlenmesi ve ardından çıkan yangında 129 kadın can verir”

İşte bu sebeple kutlanır “Kadınlar Günü”. Bir çiçek vererek veya hediyeler alarak kadınlara değer verdiğinizi zannetmeyin ve söylemeyin lütfen. Değer vermek bu değildir. Onları cinsel bir obje olarak görmüyor, hayatın her alanında yan yana, omuz omuza onlarla yürüyebiliyor, tüm ihtiyaçlarınızı yerine getiren biri olarak görmüyorsanız değer veriyorsunuzdur zaten. Birbirimizin tamamlayıcısıyız aslında bu hayatta. Bu gözlerle bakmaya çalışın bir de.

Biliyorum ülkemde birçok kadın gücünün farkında değil.İsterlerse neler başarabilirler, bilmiyorlar.Atatürk: ”Dünya’da hiçbir milletin kadını,milletini kurtuluşa ve zafere götürmekte, Anadolu kadınından daha fazla çalıştım diyemez”demiş. O zor şartlarda gencecik evlatlarını bile bile ölüme gönderip, vatanın kurtuluşu için canla başla çalışan Türk kadınının gücünü kimse inkar edemez.

Peki biz ne oldu da ülke olarak kadın cinayetlerinin ve kadına şiddetin hızla arttığı bu günlere geldik? Eğitim! En büyük sıkıntımız. Eğitemediğimiz zihinler kadınlara baskı yapıyor,onları küçümsüyor ve anlayamıyor maalesef.

Sınıf öğretmeniyim.3.sınıfları okutuyorum.Bir erkek öğrencim sordu:
– ”Öğretmenim kadınlar uçak kullanabilir mi?”Ben daha cevap veremeden bir kız öğrencim dedi ki:
– “Sabiha Gökçen kullanmış ya!” (Bir hayli de kinayeli söyledi. Hoşuma da gitti.)

Her sordukları mesleği kadınların da yapabileceğini söyledim. Tük kadınlarının her şeyi başarabileceğini söyledim. Zihinlerindeki o algıları yıkmak kolay olmayacak biliyorum. Ama ben kendi adıma elimden geleni yapıyorum ve yapmaya da devam edeceğim.

Umuyorum kadınlarımızın sosyal, ekonomik ve kültürel anlamda özgür olabildikleri, şiddet görmedikleri (fiziksel veya sözlü farketmez), öldürülmedikleri bir dünyada hep beraber yaşayabiliriz.

Şimdi gelin Türk tarihine her alanda damga vurmuş, öncü olmuş bazı sembol kadınların neler yapabildiğini görün. (Ben çok kısa yazabildim. Eğer sınırsız sayfam olsaydı her birine sayfalar dolusu yazı yazılırdı inanın)

Latife Hanım: Mustafa Kemal’in eşi. Kadın-erkek eşitliğinin öncüsü.

Halide Edip Adıvar: Milli mücadele fikrinin doğup gelişmesinde rol oynamıştır. Kadın hareketi lideri ve milliyetçi bir düşünürdür.

Refet Angın: Türkiye’nin ilk öğretmenlerinden. Atatürk ile karşılaştıklarında “Büyüyünce ne olacaksın?” sorusuna “Öğretmen” cevabını vermiştir.

Afet İnan: İlk tarih profesörü.Türk Tarih Kurumu’nun kuruluşunda öncü.

Sabiha Gökçen: İlk kadın pilotumuz.Aynı zamanda Atatürk’ün manevi kızlarından biri. Toplam uçuş saati 8 bin.

Muazzez İlmiye Çığ: Sümerolog, bilim insanı ve tarihçi.23 kitap yazmış. Osmanlı’nın son yıllarını ve iki Dünya Savaşı’nı görmüş, Cumhuriyet’in her dönemine tanıklık etmiş yaşayan çınar.

Keriman Halis: İlk Dünya güzelimiz. Piyanist ve model.Soyadı Kanunu ile birlikte Atatürk tarafından kendisine verilen “Ece”ünvanını soyadı olarak alır.

Türkan Saylan: Tıp doktoru. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği eski genel başkanı. Kız çocuklarının okutabilmek için kurduğu bu dernek 68 bine yakın kız öğrenciye eğitim desteği vermiştir.

Afife Jale: Sahneye çıkan ilk Müslüman kadın oyuncu. Selahattin Pınar ”Bir Bahar Akşamı”rastladı O’na ve O’nun için besteledi bu şarkısını.

Suat Berk: İlk kadın hakimlerimizden. 21 yaşındayken”Ben zannederdim ki herkes mahkemeleri dinlemek için, işleri olanlar geliyor, meğerse hakim kadını seyretmek için geliyorlarmış” diyen hukukçumuz.

Semiha Berksoy: İlk Türk kadın operacı.”Türk operasını dünya çapına çıkaracağım”diyen Atatürk hayranı bir sanatçı.

Nene Hatun: Osmanlı-Rus Savaşı’nda henüz 22 yaşındayken ”Bu bebeği bana Allah verdi, ona Allah bakar” diyerek bebeğini beşikte bırakıp cepheye koşan kahraman Türk kadını.

Zübeyde Hanım: Mustafa Kemal Atatürk’ün saygıdeğer annesi. Vatan ve millet sevgisiyle dolu bir kurtarıcı dünyaya getirip bu sevdası yüzünden hep ondan ayrı yaşamak zorunda kalan bir kadın.

Burada adını yazamadığım tüm kahraman kadınlarımızı da sevgi, saygı ve rahmetle anıyorum.

KADIN

Bir kadın, çocuktur aslında. Çocuk gibi davranmayı sever. Erkeğin kendisine bir çocuğa gösterdiği şefkati göstermesini de ister. Bir çocuğu okşar gibi incitmekten korkarak okşamalıdır erkek kadını. Ama hiçbir kadın çocuk muamelesi görmek istemez. Söylediği şeyler çocukça da olsa dinlenilmesini, dikkate alınmasını ister. Yani bir kadının çocukluk yapmasına izin vereceksiniz ama asla onu bir çocuk olarak görmeyeceksiniz.

*

Bir kadın güçlüdür aslında. Hatta erkeklerden çok daha güçlüdür. Ama bu gücünü her zaman ortaya koymasını sevmez. İster ki, erkek göstersin gücünü. İster ki, erkeğin gücü kendisine huzur versin. Kendi kendine yapabileceği şeyleri bile erkeğin yapmasını bekler. Böylece hem daha kadın olduğunu hissedecektir hem de erkeğinin ne kadar güçlü olduğunu görecektir. Ancak kadın gücünü göstermek istediğinde onu engelleyemezsiniz. Yapmak istediği bir şey varsa mutlaka yapar.

*

Bir kadın sevgidir aslında. İçinde her zaman sevgiyi taşır. Sevdiklerinden kolay kolay ayrılamaz. Sevdiklerini kolay kolay kıramaz. Zor sever ama tam sever. Bir kadının tam anlamıyla sevebilmesi için yüreğinin kabul ettiğini beyninin de kabul etmesi gerekir. Ve sevmezse de onu asla sevmeye zorlayamazsınız. Belki kolayca yüreğine girebilirsiniz. Ancak beyninde yer etmemişseniz her an terk edilebilirsiniz. Sevmediği halde terk etmeyen kadınlar da var elbette. Bunun tek nedeni ise engelleyemedikleri “acıma” duygusudur.

*

Bir kadın yalnızdır aslında. Hiçbir zaman kadını bütünüyle elde edemezsiniz. Kendisine ait bir dünyası vardır ve orada hep yalnızdır. O dünyaya kimsenin girmesine izin vermez. Hiçbir anahtar o dünyanın kapısını açamaz. Yalnızlık onun sığınağıdır. O sığınağa ne zaman gireceğine, ne kadar kalacağına hep kendisi karar verir. Sığınaktayken oradan çıkmaya zorlarsanız onu sonsuza dek kaybedebilirsiniz.

*

Bir kadın çılgındır aslında. Neler yapabileceğini erkek aklı hayal bile edemez. Yaratıcılığının sınırı yoktur. Ama bunu ortaya çıkartmak için hayatının erkeğini bekler. Hoyratça harcamaz yaratıcılığını. Sadece erkeğine saklar. Bir kadının gerçek erkeği olmayı başarabilmişseniz çok şanslısınız demektir. Çünkü yaşamınız asla sıradan olmayacaktır.

*

Bir kadın hayattır aslında. Çünkü hayatın içinde olan her şey ancak kadınlar olduğunda anlam kazanıyor. Yemek yemek, su içmek bile. Bir kadının elinden içtiğiniz suyla kendi kendinize bardağı doldurup içtiğiniz su arasındaki lezzet farkını anlayabiliyor musunuz? Anlıyorsanız ne mutlu size. Anlamıyorsanız, ne yazık ki yaşamıyorsunuz.

Mehmet COŞKUNDENİZ

  • Go to page 1
  • Go to page 2
  • Go to page 3
  • Interim pages omitted …
  • Go to page 5
  • Go to Next Page »

Birincil kenar çubuğu

Umudumuz Sizde..

Yeniden merhaba, yaklaşık iki aylık bir süreden sonra tekrar huzurlarınızda … [Devamı...] hakkındaUmudumuz Sizde..

  • ERTELEMEK ÖLÜMDÜR
  • KANSER!… KİRAZ AĞAÇLARINI DA VURUYOR!
  • KİRAZDA YAŞANAN SORUNLARA ÇÖZÜM ÖNERİLERİ

Bizi Takip Edin

  • Facebook
  • Instagram
  • Twitter

Copyright © 2021 · News Pro on Genesis Framework · WordPress · Giriş