• Birinci navigasyona geç
  • Skip to main content
  • Birinci sidebar'a geç
  • İletişim
  • Künye

Dergimiz Bir

Dergimiz yakında bu sütunlardan size ulaşacak

  • Yazarlar
    • Duygu ERİŞKİN
    • Erkan AKBALIK
    • Erol PEKTAŞ
    • Erol ŞAŞMAZ
    • Ertan OKUMUŞ
    • Fazıl ŞİMŞEK
    • Gökçe TOPUZ
    • Gökhan GÜNERİ
    • Hasancan ERALACA
    • İbrahim AKSOY
    • Mehmet GÖKYAYLA
    • Onur Okumuş Gedikli
    • Özge TEKİNSAL
    • Öznur BALIKAY
    • Rahim SAĞ
    • Şebnem KANDEMİR
    • Şakir ATA
    • Reha KORKUT
    • Ramazan YILMAZ
    • Demet Şentürk
    • Kevser Şimşek
    • Ömer Bayram
    • Yeşim Özel Küçük
  • Tarih
  • Edebiyat
  • Gezi & Yorum
  • Kültür & Sanat
    • Sinema & Tiyatro
  • Tarım
  • Yaşam

Erkan AKBALIK

Manisada Bir Esir Kampı

Erkan AKBALIK

Manisada Bir Esir&Misafir Kampı

Savaş; “Devletlerin diplomatik ilişkilerini keserek giriştikleri silahlı mücadele” olarak tanımlanmış Türk Dil Kurumu sözlüğünde. Ne kadar kolay ve basit bir şekilde ifade edilmiş değil mi? İnsanın aklına bir anda yakın ve uzak tarihimizde milletimizin yaşadığı savaşlar geliyor ve bunlar hani derler ya bir film şeridi gibi gözlerimizin önünden akıp geçiyor. Bu bir cümlelik tarifin içine, Balkan Savaşlarını, Çanakkale’yi, Kurtuluş Savaşını ve bunlar ile birlikte Yemen’i, Sarıkamış’ı ve nice diğerlerini nasıl sığdırabileceğiz. Savaşlar süresince ve sonrasında cephedeki ve cephe gerisindeki kahramanların yaşadıkları kaç cilde sığar ki?

            Bu düşünceler içinde insanın aklına Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün sözü geliyor; “Mutlaka şu veya bu sebepler için milleti savaşa sürüklemek taraftarı değilim. Savaş zorunlu ve hayati olmalıdır. Hakiki düşüncem şudur: Ulusu savaşa götürünce vicdan azabı duymamalıyım. Öldüreceğiz diyenlere karşı, “ölmeyeceğiz” diye savaşa girebiliriz. Ancak, ulusun hayatı tehlikeye girmedikçe, savaş bir cinayettir.” Ne kadar da doğru söylemiş. İşaret ettiği sebepler dışında girilen savaşlar gerçek anlamda bir cinayettir. Bunu Dünya’nın muhtelif yerlerinde hala devam eden savaşlarda çok net bir şekilde görebiliyoruz. Bu cinayet sadece savaş esnasında tarafların birbirinin canlarına kast etmesi olarak yorumlanmamalı. Savaş sonrasında, savaşa maruz kalmış toplumların yıllar boyu yaşadıkları travmalar en az savaş esnasında yitip giden hayatlar kadar önemlidir.

            Savaş sonrası yaşanan travmaların en önemlilerinden birisi de hiç kuşkusuz esarete maruz kalanlardır. Savaşlardan bahsedilirken esirler ilk anda pek akla gelmezler ama onların yaşadıkları çoğu zaman en hüzünlü hikayelerdir. Tabii ki esirin olduğu yerde esir kampları da olmazsa olmazlardandır.

            Bu yazımızda, Manisa özelinde, Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı topraklarındaki İngiliz esirlerden bahsetmek istedik. İngiliz esirler demişken, bu savaşlarda, bir bakıma esas oğlan olan İngilizlerden söz etmemek olmaz. Bir zamanlar kendilerini, güneşin batmadığı devlet olarak tanımlayan İngilizler, bu payelerini(!), yer altı ve yer üstü zenginliklerini sömürdükleri fakir ve güçsüz devletlerden aldıklarından ne hikmetse bahsetmezler.

            İngilizler, özellikle birkaç yüzyıldır Dünya üzerinde vukuu bulan savaşların ve karışıklıkların ya doğrudan ya da dolaylı olarak içindedirler. Hatta bu savaşlarda ya özne ya da gizli öznedirler. Osmanlı Devleti’nin son yüzyıla kadar hüküm sürdüğü coğrafya, onlar için iştah kabartıcı ve sömürülmesi gereken bir alandı. Bunu yapmanın diğer devletlere ve milletlere yaptıkları kadar kolay olmadığını da çok iyi biliyorlardı. Bu topraklar üzerindeki planlarını hayata geçirebilmek için daha farklı metotlar geliştirdiler. Yapacaklarını belli bir tarihe yaydılar ve yaptılar/yapmaya çalıştılar. Birinci Dünya Savaşı ile hedeflerine ulaşmaya çalıştılar. Belki çok zarar verdiler ama muvaffak olamadılar. Çanakkale’de, Kut’ül Amare’de yedikleri tokatlar sanırım hiçbir zaman unutmayacaklardır. Bunlar başlı başına ayrı konular olduğundan, savaşların ve sonuçlarının detaylarını, daha önce bu konuları işlemiş ve işleyecek olan yazılara havale ediyoruz.

            Birinci Dünya Savaşı’nın bitimi ile birlikte, her savaşın olmazsa olmazı esir kampları, savaşın tarafı olan ülkelerce muhtelif yerlerde oluşturulmuştu. Savaşta birçok cephede, topraklarını ve tebaasını korumak için savaşmak zorunda kalan Osmanlı Devleti’nin de mücadele verdiği yerlerde zaruri sebeplerden dolayı 202.152 askeri esir düşmüştü.  Sibirya’dan Myanmar’a, Korsika Adası’ndan Kanada’ya kadar uzanan geniş bir coğrafyada esaret altında kalan Osmanlı askerlerinin çoğunluğu İngilizlerin elinde idi. Bu rakam yaklaşık olarak 134.477’dir.

            İngilizler esir kamplarını, Hindistan, Burma, Mısır, Yunanistan, Basra, Bağdat, Kıbrıs, Malta ve Man Adası gibi çok geniş ve farklı yerlerde oluşturmuşlardı. Esir aldıkları askerleri çoğunlukla farklı coğrafyadaki kamplara gönderiyorlardı. Örneğin Hindistan’a gönderilen Türk asker sayısı yaklaşık 15.000’dir. Bu askerler öncelikle Basra’daki kampta toplandıktan sonra Hindistan ve Burma’ya sevk edilmişlerdir. Buradaki askerlerimiz maalesef bakımsızlık, muhtelif zehirlenmeler, kamp içinde meydana gelen çatışmalar ve hastalıklar ile vefat etmişlerdir.

            İngilizlerin elindeki askerlerimizin maruz kaldıkları kötü muamele, bakımsızlık, işkence ve diğer olumsuzluklara çok fazla örnek verilebilir belki ama bunların en acısı ve bilineni hiç şüphesiz Mısır’ın İskenderiye şehrinde bulunan Seydi Beşir Kuveysna Osmanlı Useray-ı Harbiye (Harp esirleri) kampıdır.

            Bu Kampta bulunan 15.000 askerimiz de diğer kamplarda bulunan askerlerimiz gibi olumsuz şartlarda hayatta kalmaya çalışıyorlardı. Kampın fiziki özellikleri de ayrı bir işkence sayılırdı. Sahilden yaklaşık 3 km kadar içeride tamamen tel örgülerle çevrili olan kampta askerlerimiz korunaksız yapılarda, sıcak havadan, rüzgârlı havada çöl kumlarından ve soğuk havalarda rutubetten etkilenen yapılarda, insani olmayan şartlarda yaşıyorlardı. Bu fiziki şartlara paralel olarak beslenmedeki yetersizlik ve bozuk gıdalar hayatta kalmayı güçleştiriyordu. Ağır şartlar beraberinde verem, dizanteri ve uyuz gibi hastalıkları da getirmişti. Olumsuzluklardan psikolojisi bozulanların kimisi intihar ediyor kimisi ise akıl hastanesi yatırılıyordu.

Fotoğraf-1 İngilizlerin elindeki Osmanlı Askerleri

            Salgın hastalıkların artması ile birlikte İngilizler sanki bekledikleri bir fırsata kavuşmuş gibi ilginç bir sterilize metodu uyguladılar. Bütün esirleri hazırladıkları ilaçlı su dolu kazana sokuyorlardı. Fakat bu kazanda sadece ilaçlı su yoktu. Kazana katranda (krizol) ilave etmişlerdi. Kazana girenlerin her tarafı yanıyor ve acı içinde bağırıyorlardı. Kazana girmek istemeyenler kırbaç ya da benzeri yöntemlerle zorla sokuluyordu. Suya kafalar dâhil bütün vücudunu sokmak mecburdu. Sokmak istemeyenler dipçiklenerek de olsa kafalarını sokmak zorunda kalıyordu. Acı sonuç kafasını çıkaran askerler ile birlikte görülmeye başlandı. Sözde sterilize edilmek üzere ilaçlı suya girip çıkan her asker gözünü kaybediyordu. Bu şekilde 15.000 askerimiz kör olmuştu. Mısır’daki bu dram 28 Haziran 1921 tarihinde TBMM getirilmiş, Mustafa Kemal Atatürk ve 10 bakanın imzası ile siyasi soruşturma başlatma kararı çıkartılmıştır.

Anadolu’da İngiliz Esirler

            Yukarıda verdiğimiz acı örneklerin farklı türde yaşanmışlıklarını diğer esir kamplarında da vermek mümkündür. Bu örnekleri vermekteki amacımız sözde üzerinde güneş batmayan devletin -savaş esiri bile olsa- insanlara karşı reva gördüğü davranışını gözler önüne sermekti.

            Yazımızın başında da belirttiğimiz gibi, eğer bir yerde savaş var ise tarafların esir vermesi de kaçınılmazdır. İngilizler savaştığı ülkelerin askerlerini esir aldıkları gibi kendileri de esir düşmüşlerdir.  Savaşın bitimine müteakip Osmanlı’nın elindeki İngiliz esir sayısının 16.583 olduğunu, İngilizlerin kendi kaynaklarından öğreniyoruz (2). Bu esirler 7’si Anadolu dışındaki topraklarda olmak üzere toplam 46 kampta tutulmuşlardır.

Fotoğraf-2 Afyonkarahisar’da İngiliz Subaylarının kaldıkları yer.

            Osmanlı Devleti, geçmişinden gelen devlet geleneği ve kendisine yakışan bir şekilde esirlere muamele etmiştir. Osmanlının elinde bulunanların durumları incelendiğinde, esir yerine misafir demenin daha doğru olacağı görülecektir. İngilizlerin yaşam standartlarının Osmanlı’daki ortalama yaşam standartının üzerinde olması ve devletin içinde bulunduğu zor şartlar ve imkânsızlıklar dikkate alındığında, esirlere sağlanan imkânlarının ne kadar geniş olduğu takdir edilecektir. Savaşın başlamasından bir süre sonra, 1915 yılında Devlet, “Üsera Hakkında Talimatname” başlıklı bir yazı yayınlayarak, muhtelif yerlerdeki esirlerin mümkün olduğunca benzer şartlarda yaşamasını sağlamaya çalışmıştır. Bu talimatnamenin ilgili maddesi gereğince esir subaylar şereflerine göre ev ve otellerde kalabileceklerdi. Bu uygulama Bursa ve Eskişehir gibi bazı yerlerde esirlerin yanlarında muhafızları olmadan serbestçe dolaşmasına kadar esnemiştir. Yine bu talimatname gereği, esirler kendi yemeklerini kendi inançlarına göre hazırlayabilecekler ve yeme içme konusunda kendilerine baskı yapılmayacaktı ve yapılmadı. 

Fotoğraf-3 Afyonkarahisar kampındaki(!) İngiliz esirler (Fotoğraf, Mesut Uyar’dan alınmıştır.)

Manisa’da Bir İngiliz Esir Kampı

            1915 Yılında yürürlüğe giren talimatname ile birlikte Osmanlı Devleti içindeki esir kamplarındaki uygulamalar çok küçük farklılıklar ile birlikte hayata geçirilmiştir. Talimatnameden öncede esirlerin -diğer ülkelerdeki Türk esirlere kıyasla- çok kötü durumda olduğundan bahsetmek oldukça yanlış olacaktır.

            Bölgemizin güzide ve kadim şehirlerinden Manisa’da da bir adet esir kampı vardı. Zaman içinde kampta kalan esirlerin mevcutları farklılıklar gösterse de genellikle İngilizlerin ve bunlar içinde de İngiliz denizcilerin tutulduğu bir kamp olmuştur. Anadolu’daki İngiliz esir kamplarını doktora tezi için 2013 yılında iç ve dış kaynaklardan oldukça detaylı bir şekilde araştıran sayın Mahmut Akkor’un tespitleri konu hakkında bizleri aydınlatmaktadır.

            Manisa’ya getirilen esirler, şehir merkezinde bulunan ve daha önceleri Yunan Protestan okulu olarak kullanılan binaya yerleştirildiler. Bu binanın etrafı yüksek duvarlar ile çevrilmiş, geniş bahçesi olan ve bu bahçe içinde de bir evi olan bu okul, hapishane olmadığı halde yapısı itibariyle esirler tarafından hapishane olarak kabul edilmekteydi.

Fotoğraf-4 İngiliz Esirlerin Manisa’da tutulduğu bölge

Önceleri daha kalabalık zamanları olsa da Eylül 1918’de kamptaki esir sayısı 63 idi. Burada kalanlara esir demek sanırım diğer ülkelerdeki bizim askerlerimize haksızlık olacaktı. Yapılan muameleler ve onlara tanınan haklar ile belki de misafir demek daha uygundur.

Peki Manisa’da esir kampındakileri nerede ise muhterem(!) bir misafir gibi yaşatan bu haklar nelerdir?

Kış geldiğinde esirlere odalarını ısıtmaları için kamp yönetimince kömür temin ediliyordu. Günlük 125 okka yani yaklaşık olarak 160 kg. olarak verilen miktar bile bazı esirlerce yeterli görülmüyordu. Bununla birlikte esirlere aydınlatmada kullanmaları için gaz veriliyordu. Devir savaş ve yokluk devri, esirlere sağlanan imkânın birçoğundan vatandaş yoksundu.

Esirlerin parasal durumları; çeşitli ihtiyaçlarını karşılamak ve alışveriş yapabilmeleri için paraya ihtiyacı olan esirlere elçilikten aylık 6 lira veriliyordu. Sivil esirler için bu paraya ek olarak firmalarından günlük 12 kuruş ve Londra’daki Merkezi Savaş Esirleri Komitesi’nden 20 İsviçre Frangı gönderilmekteydi. Yapılan yardımlar bu kadarla da kalmıyordu. The National Sailors’ & Firemen’s Union ve The Ellerman Lines LTD gibi kuruluşlarda esirlere yardım ediyorlardı. Tabii burada şunu belirtmekte fayda var bu yapılan yardımlar ve ödemeler hiçbir sekteye uğramadan Osmanlı Devleti tarafından sahiplerine veriliyordu.

Farklı bir ülkede ve kültürde bulunan kişilerin en çok zorlandığı konulardan biri de hiç şüphesiz yemektir. Manisa esir kampında bulunan esirlerin yemekleri kamp yönetimi tarafından karşılanıyordu. Fakat yemekler konusunda genel bir hoşnutsuzluk vardı. Yemeklerin kalitesi ve miktarını beğenmeyen esirler için kamp komutanı dışarıdan yiyecek almalarına izin veriyordu. Hatta kendi yemeğini yapmak isteyenler için kampın bahçesine bir de mutfak kurulmuştu. Bu gıdalardan hariç olarak haftada bir kez et dağıtımı da yapılıyordu. Bu arada esirler arasında bahçede tavuk ve kaz besleyenlerde vardı. Esirlere sağlanan gıdalar ve onların gösterdikleri hoşnutsuzluğu görünce, Çanakkale’de bizim askerlerimizin kumanyalarını ve yemeklerini hatırlayınca, içimizi acı ile yüklü garip bir sızı kaplıyor.

Manisa kampında kalan esirler inançlarının gereğini yerine getirmek istediklerinde şehirde bulunan Roman Katolik kilisesinde ibadet edebiliyorlardı. İzmir’den ayda bir kez esirlere para dağıtmak amacıyla gelen askeri papaz W.H. Brett, kampa geldiği gün dini ayin düzenliyordu.

Esirlerin sağlık sorunlarını ise Manisa’da bulunan askeri doktor gideriyordu. Gerektiği durumlarda kampa geliyor, hastaları tedavi ediyor ve gerekli ilaçları yazıyordu. Diş rahatsızlıkları için durum biraz daha zordu. Diş tabibi İzmir’den çağrılmaktaydı.

Temizlik bu gibi yerlerde belki de en can alıcı konuydu. Neticede Mısır’da kötü koşullar yüzünden salgın hastalıklara yakalananlar ve sterilize etmek için onları kasıtlı olarak katranlı sıvılara sokup kör edilmelerinin görünür sebebi hep temizlikti. Peki bu temizlik Manisa kampında nasıl yapılıyordu? Kamp komutanı esirlere günlük 9 gram olmak üzere sabun tedarik ediyordu. Kıyafetlerini kendileri yıkıyorlardı. Kişisel temizlik için ise şehirde bulunan hamamı kullanabiliyorlardı. Bu hamamın 25 kuruş olan ücreti 10 kuruşa düşürülmüştü. Hamam haricinde esirler haftada 3 kez Gediz nehrini de kullanabiliyorlardı.

Fotoğraf-5, İngiliz esirlerin kullandıkları Tahtakale (Taht-el Kale) Hamamı

Manisa esir kampındaki esirlere sağlanan posta hizmeti de mevcut koşullara göre gayet iyi seviyede olduğu söylenebilir. Esirler yakınları ile haberleşmek için diledikleri gibi mektup, ihtiyaçları için ise koliler gönderip alabilmekteydiler.

Bu kadar olumlu olduğunu düşündüğümüz şartlara rağmen Manisa kampı, sürekli olarak denetim amacıyla ziyaret edilmiştir. Bu ziyaretler bazen yerli bazen de yabancılar tarafından yapılmıştır. Kampın, İzmir’deki İngiliz Papaz tarafından 32 kez ziyaret edilmesi, esirlerin içinde bulundukları olumlu durumu özetlemektedir.

Sağlanan bunca imkân ve şartlara rağmen, savaş mahkûmları teftiş kumandanı Albay Yusuf Ziya Bey, Manisa kampını ziyaret ettikten sonra, kampta düzeltilmesi gereken bazı hususlar olduğuna kanaat getirmiş olmalı ki mevcut kuralları yeniden düzenlemişti. Düzenleme ile birlikte esirlerin uymak zorunda olduğu yeni kurallar şu şekildedir:

  1. Tutsakların aşağıdaki yerlerde haftada 3 kere yürümeleri, spor yapmaları (futbol, tenis, kriket) ve diğer oyunlar için izinleri vardır:
  2. Mevlevihanenin arka bahçesi
  3. Kuşçu Mevkii
  4. Hacılar Mevkii

Tutsakların her seferinde bu yerlerden birini seçme özgürlüğü vardır. Yürüyüş ve spor öğleden sonra saat 3’te başlayacak ve günbatımıyla mahkûmlar binada olacaklardır. Kuşçu mevkiinde mahkûmların balık avlamalarına ve nehrin güvenli yerlerinde banyo yapmalarına izin vardır. Dışarı çıkma günleri Kumandan tarafından belirlenecektir. Ancak mahkûmların isteğiyle bu günler değiştirilebilir.

  • Bütün mahkûmlar aynı yere gidebilirler. Dışarıya çıkmak istemeyenler binada kalacaklardır. Yeterli sayıda gardiyan bu kişilere eşlik edecektir.
  • Mahkûmların her zaman bahçe içinde volta atmasına izin vardır.
  • Mahkûmlar haftada bir bina sınırları içinde konser verebilirler, bu konser sırasında ne Osmanlı Hükümeti’ne, ne müttefiklerine ne de mevcut savaşa dair hiçbir bahis veya ima olmayacaktır. Herhangi bir usule aykırılık durumunda konserler derhal durdurulacak ve icracılar cezalandırılacaktır. Akşam 8’de başlayıp 10.30’da bitecek konserlerde Kumandan ve tercüman hazır bulunacaktır. Program bir önceki gün Kumandana sunulacaktır. Kamp, yerleşim yeri yakınında bulunduğundan toplu halde şarkı söylemek, çevredeki insanları rahatsız edecek aşırı sesler yasaktır. Konserlerde ya da diğer günlerde mahkûmlar diğer mahkûmları rahatsız etmeyecek şekilde şarkı söyleyebilir ve enstrüman çalabilirler.
  • Şehrin valisinin izniyle mahkûmlar haftada bir kez sinemaya gidebilirler ancak toplumdan ayrı oturacaklardır.
  • Subaylar ve askerler mahkûmlara kötü muamelede bulunamazlar. Suç işleyen bir mahkûm Kumandan tarafından cezalandırılacak ve bu suçla ceza, bu amaçla tutulan bir deftere kaydedilecektir. Kumandan kendisini aştığını düşündüğü suçları üstlerine bildirecek ya da bunlar askeri mahkemenin huzuruna getirilecektir.
  • Kampın kumandanı tarafından verilen tüm emirler askerler ve mahkûmlar arasında yanlış anlamaya mahal vermemek için İngilizceye çevrilecek. Askerler kendilerine verilen emirlerin sınırlarını aşamayacaklardır.
  • Sabah ve akşam içtiması ile yatış ve kalkış saatleri belirlenecektir. Akşam içtiması güneşin batışıyla yat saati arasında bir zamanda gerçekleşecektir.
  • Günlük alışveriş öğleye kadar bitirilmelidir. Bu her mahkûmun haftada bir kez alışverişe çıkma fırsatı alabileceği şekilde, alışveriş günlük 10 kişi tarafından yapılacaktır. Bu kişilerin isimleri Yüzbaşı Lazzolo ve Allen tarafından bir gün önceden Kumandana verilecektir.
  1. Pazarları ve dini günlerde mahkûmların toplu biçimde gözetimli olarak kiliseye gitmelerine izin vardır.
  1. Berne Konferansı’nın kararlarına göre mahkûmlara ilaçlar ücretsiz verilecektir.
  1. Barakalardan mahkûmların kullanımı için alınan odunlar arabayla getirilecektir.
  1. Her cumartesi öğleden sonra mahkûmlar en temizi olan Tahtakale Hamamı’na gidebilirler. Fiyatlar mahkûmlar için 25 kuruştan 10 kuruşa düşürüldü.
  1. Ayda bir mahkûmların kıyafetleri, yatakları ve yatak çarşafları dezenfekte edilecektir.
  1. Rus mahkûm Stanislav von der Bach Afyonkarahisar’a gönderilecektir. Diğer odalardaki aşırı kalabalığı azaltmak için bu odaya 4 kişi yerleştirilecektir.
  1. Her ayın sonunda Yüzbaşı Lazzolo mahkûmların durumlarını, istek ve şikâyetleri belirten bir rapor yazacaktır. Bu mektup kapatılıp mühürlenerek kumandanın kendi raporuyla beraber bana gönderilecektir.
  1. Bu kriterler herhangi bir zaman değiştirilebilir, bu durumda İngilizceye çevrilecek ve Yüzbaşı Lazzolo ve Allan’a birer kopyası verilecektir.

İmza: Yusuf Ziya Bey

Savaş Mahkûmları Teftiş Kumandanı

Manisa 18/6/1918

Yazımızın başında İngiliz esir kamplarındaki askerlerimizin yaşadıklarını birkaç örnek ile anlatmaya çalışırken aynı dönemde, Manisa özelinde Anadolu’daki esir kamplarını ve o kamplardaki yaşamlardan örnekler vermeye çalıştık. Aradaki farkın siyah ve beyaz kadar net olduğu kanaati ile binlerce yıllık devlet geleneği olan Türk Milletinin, bunun bir getirisi olarak, acılarına tuz basıp, insana merhamet hisleri ile yaklaştığını görebiliyoruz.

Sonuç olarak görülüyor ki, kuruluş felsefesini, Şeyh Edebali’ nin Osmangazi’ye söylediği gibi “Ey oğul! İnsanı yaşat ki devlet yaşasın.” Prensibine uyduran bir devlet/millet elbette var oluş prensibini menfaat ve sömürü üzerine inşa edenlerle bir olmayacaktır. Esir kamplarında ve savaş meydanlarında canlarını veren kahraman vatan evlatlarının ruhları şad mekanları cennet olsun.

Erkan AKBALIK

Yararlanılan Kaynaklar:

  1. I. Dünya Savaşı’nda Anadolu’daki İngiliz Esirleri ve Esir Kampları, Mahmut Akkor, Doktora Tezi, Haziran 2013,
  2. IWM (Imperial War Museum, https://www.iwm.org.uk/)
  3. IRCICA, Manisa Albümü
  4. Harbiye Nezareti arşiv kayıtları

Manisa Tarzanı

Anadolu’da kullanılan bir tabir vardır, “Yiğit namı ile anılır” diye. Münbit topraklara sahip, kadim şehrimiz Manisa’nın da böyle bir yiğidi vardı. Anıldığı namı ile “Tarzan”. Hayat hikâyesinden farklı konularda birkaç film yapılabilecek hatta yapılması gereken nev-i şahsına münhasır bir güzel insan. Adına bir film yapılmış olsa da O’nu anlatmaya kâfi gelmediği kanaati bütün Manisa’da yaygındır.

Hangi yönünü ele alırsanız alın başlı başına bir konu. Toplumun geneline göre menfi olmayan ama aykırı bir yaşama sahip biri, İstiklal Madalyası sahibi vatanperver, Atatürk aşığı bir gazi, Türkiye’nin hemen hemen meşhur bütün dağlarında zirve yapmış bir dağcı, yaşadığı dönemde Dünya’da henüz “Yeşil” kavramının tam uyanmadığı düşünüldüğünde, çağının ötesinde bir yeşilci. Greenpeace’in bile 1971’de kurulduğunu hatırlarsak, 1963’de vefat eden Tarzan’ın bu konuda Dünya’nın ilklerinden sayılabileceğine şüphe yoktur. Kendisinin maddi olarak yaşam tarzı ortada iken aldığı bütün maaşı ihtiyaç sahiplerine dağıtacak kadar gönlü zengin bir hayırseverdir. Sanata ve sanatçıya düşkün olduğu gibi, “bacı” olarak kabul ettiği kentin bayanlarına her zaman çiçek sunacak kadar naif ruhlu bir adamdır. Ve daha nice özellikleri üzerinde taşıyan halkın sevgisini kazanmış kimseden korkusu olmayan cesur bir insandır Tarzan.

Asıl adı Ahmeddin Carlak’dır, sonraları Ahmet Bedevi olarak anılacaktır. Nüfus belgesine göre 1899 (1315) Bağdat doğumludur. Kerkük Türkmenlerindendir. Birinci Dünya Savaşı çıktığında henüz çocuk denecek yaşlardadır. O sıralar kendi ifadesine göre, çevresinden olan Meral adında bir kıza âşıktır. Fakat vatanperverliği daha ağır basıp orduya katılarak düşmana karşı 4,5 yıl savaşmıştır. Savaşın son bulması ile mazlum ve mahzun Anadolu topraklarının acısı bitmemiş, bu kez de işgal acıları başlamıştır. Memleketin nerede ise her köşesi bir pasta paylaşırcasına bu topraklarda gözü olanlar tarafından paylaşılmış idi. İşgale sessiz kalmayan bu toprakların yiğit evlatları düşmana karşı Gazi Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde organize olarak vatanın kurtuluşu için bir mücadele başlatmışlardı. Bu mücadeleden haberdar olan Ahmet Bedevi hiç vakit kaybetmeksizin, hayranı olduğu Atatürk’ün yanında yer alarak bu mücadeleye katılmıştır.

Ahmet Bedevi’nin de içinde bulunduğu Türk Ordusu, düşmanı Anadolu’dan süpüre süpüre İzmir’e kadar getirmiş ve burada denize dökerek mağlup etmiştir. Gerek Birinci Dünya Savaşında gerekse Kurtuluş Savaşında gösterdiği gayret ve hizmetlerinden dolayı kendisine kırmızı şeritli İstiklal Madalyası verilmiştir. Ahmet Bedevi, Kurtuluş Savaşı esnasında Manisa’dan geçerken, kül ve duman içinde görmüş olduğu şehri çok sevmiş ve askerlik görevini tamamlaması ile birlikte 1923 yılında buraya gelerek yerleşmiştir.

1922 Eylül’ünde % 80-90’ı yakılıp yıkılmış olan Manisa, Ahmet Bedevi’nin geldiğinde harap vaziyette yeniden imara muhtaç bir şehirdi. Manisa aynı zamanda genç Cumhuriyet’in imar planı hazırlatılan ilk kentidir. Ahmet Bedevi, bir gün Muradiye Külliyesi içinde bulunan kütüphanede Manisa’nın yangın öncesi ağaçlarla bezenmiş yeşil halini görünce çok üzülmüş, belki de şehri eski haline getirmeye bu fotoğrafları gördükten sonra karar vermiştir.

İlk zamanlar, Manisa Belediyesinde itfaiye eri ve bahçıvan yardımcısı olarak çalışmıştır. Alet edevatın konulduğu kulübelerde yatıp kalkmıştır. Her fırsatta elindeki fidanları dikmeye ve sulayarak bakımlarını yapmaya çalışmıştır. Uzunca bir süre aldığı maaş ile köylülerden fidan satın alarak bunları şehrin muhtelif yerlerine dikmiştir. Şehirde ağaçlar yetişip sayıları arttıkça, onlardan fidanlar üreterek aralıksız ağaçlandırma çalışmalarını sürdürmüştür. Ağaçlar yetişip şehir yeşillendikçe keyfi artmış ve ağaçların hepsini kendi evladıymış gibi benimsemiştir. Tarzan’ın en yakınlarında bulunmuş, birlikte seyahatlere ve dağlara çıkmış olan ve Manisa tarihine ışık tutan değerlerinden Ali Haydar Aksakal’dan öğrendiğimize göre, Tarzan, bir yaprağın koparılmasını, kendi vücudundan herhangi bir organın kopartılması olarak düşünüyordu. Bundan da büyük üzüntü ve acı duyuyordu.

Manisa’ya geldiği ilk zamanlarda, üstünde atlet ve kısa pantolon vardır. Zamanla atletini çıkarmış altına da diktirdiği şortu giymiştir. Halk kendisine Hacı, Arap, Topçu hacı gibi lakaplar takmıştır. Daha sonraları sinemalarda gösterime giren Johnny Weissmuller’in oynadığı Tarzan filmindeki rolü, Ahmet Bedeviye yakıştırarak kendisine Tarzan demeye başlamışlardır. O da bu lakapları hoşgörü ile karşılayarak kabullenmiştir. Yaşadığı zaman dilimine göre bir erkeğin o kıyafet ile şehir merkezinde dolaşması hatta bayanlar ile muhatap olması sanılanın aksine ciddi bir tepki oluşturmamıştır. Çünkü Manisalılar Tarzan’ı tanımış ve benimsemişlerdi.

Tarzan işe başladıktan bir süre sonra, dağda, Manisa’ya yakın sayılabilecek bir mesafede olan ve Topkale olarak bilinen mevkide küçük bir kulübeye yerleşmiştir. Bu kulübe tek göz odadan oluşmaktadır. İçinde bir adet tahta divan ve bir adet sandık vardır. Tarzan yataksız ve yastıksız olan bu divanda yatmakta, okuduğu gazete ve mecmualar ile kendisine gelen mektupları da sandıkta saklamaktaydı. Şahsi eşyası yok denecek kadar azdır.

Yaz-kış giydiği şortu, çok seyrek de olsa giydiği ayakkabısı, İstiklal Madalyası, kılıcı, nadiren kullandığı sobası belli başlı eşyalarıdır. Sandıkta sakladıklarını sayarken mektup dememiz belki bir merak uyandırmıştır. Acaba Tarzan kiminle mektuplaşıyordu?

Mektuplaşacağı akrabası yoktu. Mektuplar ağırlıklı olarak kendisine hayran olan bayanlardan geliyordu. Bunlardan bazılarının evlilik teklifi içerdiğini ve Tarzan’ın bunları tebessümle karşıladığını yakınında bulunanlardan öğreniyoruz. Kendisinde yerleşmiş bir Anadolu kültürü ve terbiyesi olduğunu da gösterdiği tavır ve davranışlardan görüyoruz. Çiçek takdim ettiği genç kızların nişanlanması ya da evlenmesinden sonra bir daha bunu yapmadığını hatta her zaman hal hatır sorduklarından bile selamı sabahı kestiğini görüyoruz. Sebebini soranlara da eşlerinin yanlış anlayabileceğini, tatsızlık olmasını istemediğini ifade ediyor. Hatta bir defasında kendisi ile fotoğraf çektirmek isteyen bir grup bayanın talebini geri çevirmeyerek fotoğraf çektirdiğini daha sonra hepsinin evli olduğunu öğrenince fotoğrafçıya gidip kocalarının yanlış anlayabileceklerini ifade ederek negatifleri yaktırdığını hatıralardan öğreniyoruz.

Tarzan, Manisa’nın canlı saati gibiydi. Her gün saat 12.00’da kulübesinin yanında bulunan toptan kendi hazırladığı terkibi patlatarak Manisa’ya saati hatırlatırdı. Yine Ramazan ayında iftar ve sahur vakitleri Tarzan’ın attığı top ile halka ilan edilirdi. O şehrin neresinde olursa olsun vakit yaklaştığında, normal insanların yaklaşık 15-20 dakikada çıktıkları Topkale’ye 5-6 dakikada çıkar ve topunu atardı. Zamanı aksattığı görülmemiştir. Herkesin saatini topa göre ayarladığını yine hatıralardan öğreniyoruz. Şortunun iç cebinde bulundurduğu cep saati sayesinde zamana çok riayet edermiş. Saatini de şehir merkezindeki saatçisinde zaman zaman ayarlatır ve böylece işini aksatmadan devam ettirirmiş.

Bilinen en büyük özelliklerinden biri de kimseye borçlu kalmamaya özen göstermesi ve hayırseverliğidir. Kendisi Manisa’ya ilk gelişinden itibaren dönemin meşhur “Dede Lokantası” sahibi Dede Niyazi’den yardım görmüştür. Tarzan yemeklerini buradan yemiştir. Fakat O da karşılıksız bir şey kabul etmediği için -Dede Niyazi karşılık beklemese de- yemeğe mukabil tenekeler ile lokantaya su taşımış, zaman zaman da bulaşıkları yıkamıştır.

Tarzan’ın, Belediye’de çalışmaya başlamasından sonra düzenli olarak maaşı olmuştur. Fakat aldığı maaşını hiç vakit kaybetmeden en kısa sürede ihtiyaç sahiplerine dağıtmıştır. Zaman zaman sokaklarda karşılaştığı çocukları sevmiş, bazen şeker vermiş ve onlara her zaman güzel öğütlerde bulunmuştur. Bu öğütler ortama göre farklı farklı olsa da değişmeyen ana konu tabii olarak ağaçların korunması, onların dallarına zarar verilmemesidir.

İlk gören ve onu tanımayan bazı kişiler kendisini bir meczup olarak düşünmüşlerdir. Fakat tanıyanlar, Tarzan’ın aslında çok sosyal bir yapısı olduğunu, gündemi gazete ve mecmualardan takip ettiğini ve şehirdeki birçok kulüp ve derneğe üye olduğunu ifade ederler. Bunlardan Eski Muharipler Cemiyeti, Manisa Dağcılık Kulübü, Yeşil Türkiye Ormancılar Cemiyeti belli başlılarıdır. Bunlara sadece üyeliği yoktur aynı zamanda faaliyetlerinde de oldukça aktiftir. Özellikle Manisa Dağcılık Kulübü ile Türkiye’nin birçok dağına tırmanışlar yapmış ve gezilerine katılmıştır. Bayramlarda İstiklal Madalyasını göğsüne takıp geçit törenlerine katılmıştır. Bayrama göre aksesuar kullanmaya özen göstermiştir. 19 Mayıs’larda Manisalı dağcılarla birlikte geçit töreninde tırmanış aksesuarları ile geçerken, Kurtuluş günleri kutlamalarında (8 Eylül, 30 Ağustos gibi), İstiklal Madalyası ve kılıcı ile katılmıştır. Bu ayrıntıları günümüze ulaşmış fotoğraflarından da görebiliyoruz.

Tarzan’ın çok sosyal birisi olduğundan bahsederken, sanata ve sanatçıya olan ilgisinin üzerinde durmamız gerekiyor. Kendisi Manisa’ya gelen bütün filmleri izlemeye özen gösterdiği gibi, kentte düzenlenen konserlerin de sıkı takipçisidir. Tarzan sanatçılara bu kadar ilgili iken, Manisa’ya gelen sanatçılar da onu çok merak ediyor ve yakından tanımak istiyorlardı. Şehre gelen birçok ünlünün kendisini ziyaret ettiklerini biliyoruz. Bunların başında Safiye Ayla, Münir Nurettin Selçuk, Müzeyyen Senar gibi sanatçılar gelmektedir. Hatta bu sanatçıların birçoğu Tarzan’ı yaşadığı ortamda ziyaret etmek istemişlerdir. Bir defasında Müzeyyen Senar, Tarzan’ın yaşadığı yere doğru çıkarken bunu fark eden Tarzan hemen kulübesinden aşağı doğru inmiş ve onu kulübesi yakınlarında bir çeşme başında karşılamıştır. Bu çeşmeye de kendisi o tarihten sonra Müzeyyan Senar çeşmesi demiştir. Şehre gelen sanatçılara buket halinde çiçek takdim etmek de Tarzan’ın bir diğer naif davranışıydı.

Bazı olaylar karşısında sergilediği tavırlar ile verdiği cevaplar kendisinin bilge ve hazır cevap bir kişiliğe sahip olduğunu da göstermektedir. Değerli Ali Haydar Aksakal, Tarzan ile birlikte yaptıkları bir seyahatten bahsederken Konya ziyaretlerinde yaşadıkları ilginç bir olayı anlatır: Her yerde olduğu gibi Konya’da da halkın aşırı ilgisiyle karşılaşırlar. Tarzan Mevlana’nın türbesini ziyaret etmek ister fakat görevliler kendisini o kıyafeti ile türbeye sokmak istemezler. Tarzan görevlilere, Mevlana’nın meşhur “Gel ne olursan ol yine gel” şeklinde başlayan çağrısını hatırlatır. Bu hatırlatma karşısında görevliler çaresiz kalarak ziyarete müsaade ederler. Tarzan türbeye girer ziyaretini yapar ve duasını ederek oradan ayrılır.

Tarzan’ın en büyük hasletlerinden biri de Atatürk’e karşı olan tutkusu idi. 1957 yılının temmuz ayında çıktıkları gezide tren ile Ankara Garı’na geldiklerinde yaptığı ilk iş kafile başkanı ile görüşüp, Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’nda kendisinin komutanı olduğunu hatırlatarak Anıtkabir ziyaretine gitmesiydi. Bu ziyaretini kılıcı ile yapması Ata’sına ne kadar değer verdiğini gösteriyordu. Ziyaret esnasında mozeleye bir buket çiçek bırakmış hem dua etmiş hem de ağlamıştır. Mozele ziyaretinden sonra dışarı çıktıklarında elini havaya kaldırarak tekrar dua etmiş ve ağlamaya devam etmiştir. Milliyetçiliğini her fırsatta gururla göstermiştir. Dağdaki kulübesini önündeki bayrak direğinde dalgalanan bayrağını daima temiz tutmuş yıpranmasına müsaade etmemiştir. Milli bayramlara büyük bir heyecan ve gurur ile hazırlanmış ve aynı mağrur duruşu ile geçit törenlerine katılmıştır. Dönemin şahitlerinden Duran Yazır, bir gün kendisine savaştan sonra niçin Kerkük’e dönmediğini sorduğunda aldığı cevap Tarzan’ın milliyetçiliğini özetler gibidir “- Ben Türk yönetimi olmayan yerde yaşayamam.”

Tarzan’ın günümüzde ön plana çıkaran en büyük özelliği hiç şüphesiz yeşile olan tutkusudur. Manisa’nın 19001930 arasındaki fotoğrafları ile aynı açıdan çekilmiş ileri yıllardaki fotoğrafları karşılaştırıldığında Tarzan’ın bu topraklar üzerinde yapmış olduğu değişim çok net bir şekilde görülebilir. Kendisini sağlığında yetiştirdiği ağaç sayısının 80 bin ile 100 bin civarında olduğu dile getirilmektedir. Bu konu ile ilgili bir kayıt doğal olarak tutulmamıştır ama coğrafyamızdaki ağaçlar bunun en büyük kaydı olarak günümüze kadar ulaşmıştır. Manisa’da geçirdiği yaklaşık 40 yıllık ömrünü, Manisa’nın yeşillenmesine ve mamur edilmesine adamıştır. Bu uğurda hiç kimseden korkmamış ve çekinmemiştir. Zaman zaman kendisinin şehir dışına çıkmasını fırsat bilen yöneticilerin değişik sebepler öne sürerek kestikleri ağaçları, şehre dönüşünde gördüğünde çok üzülmüş ve şehrin yöneticilerine karşı öfke ile sert çıkışlar yapmıştır. Var olduğu sürece canı pahasına evlatları yerine koyduğu ağaçları korumuş ve kollamıştır.

Yine bir şehir dışı seyahatten dönüşünde, evlatlarım dediği ağaçların kesildiğini görünce aşırı derecede üzülmüş ve bunu yakın çevresi ile paylaşmıştır. Artık yaşlanmaya başlayan, hiç hastalık görmemiş ve doktora gitmemiş Tarzan, bu üzüntüye daha fazla dayanamamış ve hastalanarak yatağa düşmüştür. Yattığı hastanede bile giyiminden ve şeklinden taviz vermemiştir. Yine şortu, saçı ve sakalı ile tedavi görmüştür. Fakat yorgun bedeni tedaviye olumlu cevap veremeyip 31 Mayıs 1963 tarihinde ebediyete intikal etmiştir.

Manisalılar Tarzan’ın cenazesine yoğun bir katılım göstermiş ve çok sevdiği bayrağa sarılı naşı Manisa cadde ve sokaklarında eller üzerinde taşındıktan sonra ebedi istirahatgahına götürülmüştür. Yıllar geçtikçe, Tarzan’ın değeri kıymet bilenler tarafından daha anlaşılmaktadır. Çağının çok ötesinde düşüncelere ve hassasiyetlere sahip olan Tarzan’ın tek başına temsil ettiği yeşil ve çevre bilinci kendisinden yıllar sonra -belki de kendisinden haberdar olmayan insanlar tarafından- Dünya’nın muhtelif yerlerinde çeşit çeşit sivil toplum kuruluşları ile vücut bulmuştur. Manisa halkı Tarzan gibi birine sahip olduğu için ne kadar gurur duysa azdır.

Günümüzde Tarzan’ın şahsiyetine uygun bir şekilde anılarak düşüncelerinin yaşatılması, gerek Manisa gerekse Türkiye’deki çevreciler için bir görev olmalıdır. Fakat teessüf ile söylemek gerekiyor ki 31 Mayıs’larda kabri başındaki anma törenlerine maalesef bir avuç insan katılmaktadır. Temennimiz odur ki Tarzan hak ettiği şekli ile anılır ve düşünceleri yaşatılarak hayata geçirilir. Zaten o düşünceleri hayata geçirilmediği takdirde sanırım yaşanabilir bir hayat da olmayacaktır.

Yararlanılan kaynaklar: 1. Bedriye Aksakal, Yeşilin Atası Manisa Tarzan’ı, 1993 2. Hakkı Avan, Manisa Tarzan’ı, 1987

Birincil kenar çubuğu

Umudumuz Sizde..

Yeniden merhaba, yaklaşık iki aylık bir süreden sonra tekrar huzurlarınızda … [Devamı...] hakkındaUmudumuz Sizde..

  • ERTELEMEK ÖLÜMDÜR
  • KANSER!… KİRAZ AĞAÇLARINI DA VURUYOR!
  • KİRAZDA YAŞANAN SORUNLARA ÇÖZÜM ÖNERİLERİ

Bizi Takip Edin

  • Facebook
  • Instagram
  • Twitter

Copyright © 2021 · News Pro on Genesis Framework · WordPress · Giriş