
Bir çocuk düşünün. Yüzünde huzurlu ama bir o kadar da ciddi bir ifade, olabildiğince özgür, elindeki oyuncak insan figürünü bir o yana bir bu yana hareket ettiriyor. Bu sessiz sinemada sağa sola salınan karakterin hangi maceralara koştuğunu, aklından neler geçtiğini, hangi düşleri kurduğunu, çocuğun hangi yaşantısını tekrar tekrar çalan bir şarkı gibi yansıttığını tahmin etmemize imkan yok. Sadece hak ediyor iseniz bu hikayenin bir parçası olabilir, çocuğun yazdığı sonu dinleyebilirsiniz.
Durum böyle ise oyunun dünyasına hoş geldiniz. Burada her şey mümkün. Böcekler süper kahramanlara dönüşebilir, şelaleler yukarı doğru akabilir, siz de istediğiniz kişi olabilirsiniz. Hele oynayan bir çocuk ise bu ortamda dünyayı gözlemler, tanır, deneyimler ve anlamak için ihtiyaç duyduğu kadar aynı oyunu yineleyebilir de. Bu dünyada acı veren yaşantılar mutlu sonlara kavuşabilir. Öyle bir son ki güvenli bir alan yaratma yeteneğine sahip, mesleki açıdan da yeterli bir uzman iseniz elinizde hiç oyuncak olmasa dahi bir terapi gerçekleştirebilir, örselenmiş bir çocuğun duygusal şifasında ona destek verebilirsiniz. Oyun yeterince oynandığında ve sona erme zamanı geldiğinde o çocuğun mutlu ve sağlıklı bir birey olarak hayata dahil oluşuna tanık olabilirsiniz.
Gönlünü ve emeğini oyunun verdiği güçle iyileşme ve iyileştirme yoluna adamış bir psikolog olarak, insana kültürden bile önce dahil olan oyunun, bu kadar ayaklar altına alınması ve kirletilmesine şahit olmak beni derinden üzüyor. Kültürden bile önce diyorum çünkü bütün canlılar oyun oynar. Hep oynuyorlardı. Dikkatli baktığınızda köpek yavrularının, çiçekler arasında uçan kelebeklerin bile nasıl oynadığını görebilirsiniz. İşte canlı olmanın bu kadar içindedir oyun ve insan yavrusu da su kadar, hava kadar gereksinim duyar oyun oynamaya. Bunu da büyük bir ciddiyet ve huşu içinde gerçekleştirir. Oyun matraktır, eğlencelidir ama şakaya gelmez. Siz de hatırlarsınız küçükken oyun bozanların nasıl istenmediğini mahalle aralarında. Beni üzen de bu yaşlı hazinenin yıllar geçtikçe sadece tek bir şekilde oynayabileceğiniz oyuncaklar, sözde öğretici aktiviteler, zeka açıcı kartlarla değiş tokuş edilmesi. Bu zararına yapılan bir takas ama kimse “dur” demiyor. Hayal gücünün özgürce koşturduğu serbest oyuna, çocuk liderliğinde devam eden eylemlere bir zaman öldürme gibi bakılır oldu. Halbuki bilmiyorlar ki çocuğun en kalıcı sinaptik bağlantıları serbest oyunla sağladığını, problem çözme becerisinin, duygusal gelişiminin, dikkat sürelerinin, motor becerilerinin en iyi bu yolla ilerleyeceğinin. Oyunun olduğu yerde mucizenin olduğunu unutmuşlar. Herkes oyuna müdahale etme ihtiyacında. Sanki büyümenin getirdiği yorgunlukların intikamını ondan alır gibiyiz.
Oyun denilince akla gelen nedense boş zamanların doldurulması için yapılan amaçsız etkinlikler geliyor yetişkinlerin aklına. Hollandalı tarihçi Johan Huizinga’ ya göre ise oyun bitmiyor, sadece şekil değiştiriyor. Şu anda katıldıkları o ciddi iş ortamları, yürüttükleri ev ekonomisi, yaptıkları sohbetlerin hepsi, başlı başına dilin kendisi bile geçmişte oynadıkları oyunların devamı. Çocuklar için gerçek hayatın provası iken, yetişkinler için hayatlarını devam ettirdikleri arazinin kendisidir. Homo Ludens, yani oynayan insan sadece büyür. Oyun ise sonsuza kadar devam eder.
Neden sorusunu kendime soruyorum sürekli. Eğer hala oynuyorsak, neden çocuklarımıza karşı bu kadar acımasızız? Birincil görevleri ve temel haklarından biri olan oyun oynama eylemini neden reddediyor , neden kısıtlamaya çalışıyoruz. Bilimsel dayanaklı araştırmalar bize oyun oynamanın faydasını yirmi otuz maddelik listelerle tekrar tekrar sunarken neden bu kadar inatçıyız? Ailelere soruyorum “Çocuğunuzla ne oynamaktan hoşlanırsınız?”, cevaplar kısır “ Zeka kartlarına bakıyoruz, renkleri eşliyoruz, boyama yapıyoruz, tabletten çizgi film izliyoruz.”. Bunların oyun olmadığı cevabını verdiğimde hayretle suratıma bakıyorlar. Oyun neydi hakikaten? Gözlerinden geçmişin gölgeleri geçiyor. Belki içlerindeki çocuk kırgın bir yüz ifadesi ile başını kaldırıyor. Uzun süre sonra onun sesini duyuyor ilk defa. Bir şeylerin yolunda olmadığının farkındayız. Sadece bunu konuşmaktan korkuyoruz. Ebeveynler, eğitimciler, terapistler olarak oyuna hak ettiği zamanı ve değeri vermediğimizin farkındayız.
Ne yapabiliriz peki? Hayatın sadece değerli anılar biriktirmekten ibaret olduğunu fark ederek, oyunun kendisine alan açabiliriz. Çocuklarımıza istedikleri oyunu istedikleri şekilde oynayabilecekleri zaman aralıkları yaratabiliriz. Oyunlarının bir parçası olabilir, gücü onların eline teslim edip tekrardan büyülenmenin keyfini çıkarabiliriz. Plastik oyuncakları da bir kenara bırakıp sadece çamurla, taşla, dallarla kendimize dünyalar yaratıp, masallar uydurabiliriz. Çocuğumuzu kendi dilimizden değil onun dilinden dinleyebilir ve onun gözlerinden dünyayı deneyimleyebiliriz. Böylece kendi çocuklarımızla tekrar tekrar bağ kurma fırsatını yakalarken, bu hayat yolculuğunda bugüne kadar hiç şikayet etmeden bizimle yürümüş çocukluğumuzu da onurlandırabiliriz.
Gökçe Topuz
Psikolog & Oyun Terapisti