• Birinci navigasyona geç
  • Skip to main content
  • Birinci sidebar'a geç
  • İletişim
  • Künye

Dergimiz Bir

Dergimiz yakında bu sütunlardan size ulaşacak

  • Yazarlar
    • Duygu ERİŞKİN
    • Erkan AKBALIK
    • Erol PEKTAŞ
    • Erol ŞAŞMAZ
    • Ertan OKUMUŞ
    • Fazıl ŞİMŞEK
    • Gökçe TOPUZ
    • Gökhan GÜNERİ
    • Hasancan ERALACA
    • İbrahim AKSOY
    • Mehmet GÖKYAYLA
    • Onur Okumuş Gedikli
    • Özge TEKİNSAL
    • Öznur BALIKAY
    • Rahim SAĞ
    • Şebnem KANDEMİR
    • Şakir ATA
    • Reha KORKUT
    • Ramazan YILMAZ
    • Demet Şentürk
    • Kevser Şimşek
    • Ömer Bayram
    • Yeşim Özel Küçük
  • Tarih
  • Edebiyat
  • Gezi & Yorum
  • Kültür & Sanat
    • Sinema & Tiyatro
  • Tarım
  • Yaşam

Gökçe TOPUZ

HOMO LUDENS’İ HATIRLAMAK

Bir çocuk düşünün. Yüzünde huzurlu ama bir o kadar da ciddi bir ifade, olabildiğince özgür, elindeki oyuncak insan figürünü bir o yana bir bu yana hareket ettiriyor. Bu sessiz sinemada sağa sola salınan karakterin hangi maceralara koştuğunu, aklından neler geçtiğini, hangi düşleri kurduğunu, çocuğun hangi yaşantısını tekrar tekrar çalan bir şarkı gibi yansıttığını tahmin etmemize imkan yok. Sadece hak ediyor iseniz bu hikayenin bir parçası olabilir, çocuğun yazdığı sonu dinleyebilirsiniz.

Durum böyle ise oyunun dünyasına hoş geldiniz. Burada her şey mümkün. Böcekler süper kahramanlara dönüşebilir, şelaleler yukarı doğru akabilir, siz de istediğiniz kişi olabilirsiniz. Hele oynayan bir çocuk ise bu ortamda dünyayı gözlemler, tanır, deneyimler ve anlamak için ihtiyaç duyduğu kadar aynı oyunu yineleyebilir de. Bu dünyada acı veren yaşantılar mutlu sonlara kavuşabilir. Öyle bir son ki güvenli bir alan yaratma yeteneğine sahip, mesleki açıdan da yeterli bir uzman iseniz elinizde hiç oyuncak olmasa dahi bir terapi gerçekleştirebilir, örselenmiş bir çocuğun duygusal şifasında ona destek verebilirsiniz. Oyun yeterince oynandığında ve sona erme zamanı geldiğinde o çocuğun mutlu ve sağlıklı bir birey olarak hayata dahil oluşuna tanık olabilirsiniz.

Gönlünü ve emeğini oyunun verdiği güçle iyileşme ve iyileştirme yoluna adamış bir psikolog olarak, insana kültürden bile önce dahil olan oyunun, bu kadar ayaklar altına alınması ve kirletilmesine şahit olmak beni derinden üzüyor. Kültürden bile önce diyorum çünkü bütün canlılar oyun oynar. Hep oynuyorlardı. Dikkatli baktığınızda köpek yavrularının, çiçekler arasında uçan kelebeklerin bile nasıl oynadığını görebilirsiniz. İşte canlı olmanın bu kadar içindedir oyun ve insan yavrusu da su kadar, hava kadar gereksinim duyar oyun oynamaya. Bunu da büyük bir ciddiyet ve huşu içinde gerçekleştirir. Oyun matraktır, eğlencelidir ama şakaya gelmez. Siz de hatırlarsınız küçükken oyun bozanların nasıl istenmediğini mahalle aralarında. Beni üzen de bu yaşlı hazinenin yıllar geçtikçe sadece tek bir şekilde oynayabileceğiniz oyuncaklar, sözde öğretici aktiviteler, zeka açıcı kartlarla değiş tokuş edilmesi. Bu zararına yapılan bir takas ama kimse “dur” demiyor. Hayal gücünün özgürce koşturduğu serbest oyuna, çocuk liderliğinde devam eden eylemlere bir zaman öldürme gibi bakılır oldu. Halbuki bilmiyorlar ki çocuğun en kalıcı sinaptik bağlantıları serbest oyunla sağladığını, problem çözme becerisinin, duygusal gelişiminin, dikkat sürelerinin, motor becerilerinin en iyi bu yolla ilerleyeceğinin. Oyunun olduğu yerde mucizenin olduğunu unutmuşlar. Herkes oyuna müdahale etme ihtiyacında. Sanki büyümenin getirdiği yorgunlukların intikamını ondan alır gibiyiz.

Oyun denilince akla gelen nedense boş zamanların doldurulması için yapılan amaçsız etkinlikler geliyor yetişkinlerin aklına. Hollandalı tarihçi Johan Huizinga’ ya göre ise oyun bitmiyor, sadece şekil değiştiriyor. Şu anda katıldıkları o ciddi iş ortamları, yürüttükleri ev ekonomisi, yaptıkları sohbetlerin hepsi, başlı başına dilin kendisi bile geçmişte oynadıkları oyunların devamı. Çocuklar için gerçek hayatın provası iken, yetişkinler için hayatlarını devam ettirdikleri arazinin kendisidir. Homo Ludens, yani oynayan insan sadece büyür. Oyun ise sonsuza kadar devam eder.

Neden sorusunu kendime soruyorum sürekli. Eğer hala oynuyorsak, neden çocuklarımıza karşı bu kadar acımasızız? Birincil görevleri ve temel haklarından biri olan oyun oynama eylemini neden reddediyor , neden kısıtlamaya çalışıyoruz. Bilimsel dayanaklı araştırmalar bize oyun oynamanın faydasını yirmi otuz maddelik listelerle tekrar tekrar sunarken neden bu kadar inatçıyız? Ailelere soruyorum “Çocuğunuzla ne oynamaktan hoşlanırsınız?”, cevaplar kısır “ Zeka kartlarına bakıyoruz, renkleri eşliyoruz, boyama yapıyoruz, tabletten çizgi film izliyoruz.”. Bunların oyun olmadığı cevabını verdiğimde hayretle suratıma bakıyorlar. Oyun neydi hakikaten? Gözlerinden geçmişin gölgeleri geçiyor. Belki içlerindeki çocuk kırgın bir yüz ifadesi ile başını kaldırıyor. Uzun süre sonra onun sesini duyuyor ilk defa. Bir şeylerin yolunda olmadığının farkındayız. Sadece bunu konuşmaktan korkuyoruz. Ebeveynler, eğitimciler, terapistler olarak oyuna hak ettiği zamanı ve değeri vermediğimizin farkındayız.

Ne yapabiliriz peki? Hayatın sadece değerli anılar biriktirmekten ibaret olduğunu fark ederek, oyunun kendisine alan açabiliriz. Çocuklarımıza istedikleri oyunu istedikleri şekilde oynayabilecekleri zaman aralıkları yaratabiliriz. Oyunlarının bir parçası olabilir, gücü onların eline teslim edip tekrardan büyülenmenin keyfini çıkarabiliriz. Plastik oyuncakları da bir kenara bırakıp sadece çamurla, taşla, dallarla kendimize dünyalar yaratıp, masallar uydurabiliriz. Çocuğumuzu kendi dilimizden değil onun dilinden dinleyebilir ve onun gözlerinden dünyayı deneyimleyebiliriz. Böylece kendi çocuklarımızla tekrar tekrar bağ kurma fırsatını yakalarken, bu hayat yolculuğunda bugüne kadar hiç şikayet etmeden bizimle yürümüş çocukluğumuzu da onurlandırabiliriz.

Gökçe Topuz

Psikolog & Oyun Terapisti

https://www.instagram.com/ekopsikoloji/

BİZİ BİRBİRİMİZE BAĞLAYAN TÜM GÜZEL ŞEYLER

Gökçe TOPUZ
Psikolog & Oyun Terapisti

Ebeveynliğin ne kadar benzersiz bir yolculuk olduğunu ebeveyn olan olmayan, isteyen istemeyen, uzaktan gözleyen ya da romanlardan okuyan herkes kabul eder. Geri alınamayacak anne baba rolü yaşam boyu yerleşmek üzere evimize geliverir. Gelişimin getireceği bütün zorlukları deneyimlemek, güzel anlara şahit olmak, yaşanan tüm o değişiklikler, farklı duygular, gülüşler ve gözyaşları bu sürecin gözlemlenebilen ve anılara konu olan tarafıdır. Yıllar sonra anne babalar “Şöyle bir şey olmuştu…” diyerek başlarlar anlatmaya. Bir de olayın gizli bir kahramanı (ya da bazen anti-kahramanı) vardır ki aslında o da bebeğin doğumuyla evde kendine bir yer edinir. Her şey onun kontrolünden geçer, ama o yine de görünmezdir. Ondan kimse bahsetmez. Onu anlamak ve etkilerini fark etmek için ise nereye bakacağını bilmesi gereken gözler ve bazı kelimeler gerekir. Biliyorum ki adlandırabildiğimiz şeyleri kendimizde var edebiliriz. Bu yazımda da ben size o kahramanı anlatmak, hepimizin hikâyesindeki yerini hatırlatmak istiyorum.

Ona bazen anti-kahramandır diyorum çünkü fantastik dünyayı sevenler bilir ki anti-kahramanlar bir sürü acı verici deneyim yaşadıktan sonra hayatta kalmayı bir şekilde başarırlar. Onları diğer kahramanlardan ayıran şeyler yöntemlerinin bazen acımasızlık sayılabilecek ölçülerde olmasıdır. Görevlerini tamamlamak için ne gerekiyorsa onu yaparlar. Bir “superman” ya da “spiderman” gibi ışıl ışıl gezmezler. Karanlık bir tarafları vardır. Bu bilgiyi elimizde tutalım, anti olsun ya da olmasın bizim kahramanımızın özelliği şudur: Çocuğumuzu yaşam boyunca korumak için ne gerekiyorsa onu yapar. Güçleri ise hayatın getirdiklerini ve çocuğun duyduğu ihtiyaca göre şekil değiştirir. Kahramanımız asla ölmez, yok olmaz, tarzını değiştirir ve hep güçlenir.

Kahramanımızın doğumunun ilk işaretlerini gebelik döneminde görürüz. Bebeğin annesinin karnında seslere tepki vermesi ve kıpırdaklık temalı ilk oyunlarını başlatması ile bebeğin yanında yer alır. Ona şöyle söyler “Dışarıda güzel bir dünya seni bekliyor.” Ebeveynleri ve bebeği birbirlerinin ilgisinden pekişmeleri için desteklemeye başlar. Onlar güldükçe ve heyecanlandıkça, kahramanımız da ışık saçar. Daha sonra bebeğin doğumu sonrası ağladığında sakinleştirilmesi, acıktığında beslenmesi, ihtiyacı olan şefkati alması ile kahramanımız şöyle der: “Her şey yolunda. İhtiyaçlarına cevap veriliyor. Seviliyorsun. Dünya güvenli bir yer.”

Bebeğin kendisinin bir birey olduğunu fark etmesi ve dünyada çeşitli bebek maceralarına atılmak için yürümeye başlaması ile birlikte kahramanımız da onun yanında yürür. Bu öğrenme ve merak sürecinde, bebek ebeveyninden uzaklaşırken kahramanımız ona içinde kalması için büyülü bir çember çizer. Der ki “Bu kadar uzağa gitmen ve istediğinde dönebileceğini bilmen önemli. Ebeveynin güvenli alan. Daha fazla uzaklaşma.” Kaygılandığında tekrardan güvende hissetmek için koşan çocuğun sakinleşmesi için kahramanımız onu ebeveyne geri yönlendirir. Çocuk bu güvenli cennette duygusal ihtiyacını karşıladıktan sonra tekrardan yola koyulur. Bazen de ebeveynleri çocuğun onlarla gidemeyeceği yerlere gittiğinde, kahraman ona der ki “Ailenin döneceğini biliyorsun. Her şey yolunda.” Belki biraz üzülüp sonra birlikte sakince beklerler. Bir de bu resmin öteki yüzleri vardır ki işte o zaman kahramanımız bir anti kahramana dönüşür. Ailesi bebek doğduktan sonra ihtiyacı olan ilgi ve şefkati ona tutarlı bir biçimde sunmuyorsa, onu ihmal ediyor ya da istismar ediyorsa kahramanımız çocuğa: “Dünya güvenli değil. Seni ben koruyacağım.” der ve işe koyulur. O zaman da çocuğun zarar görmesini durdurmak adına elinden gelen her şeyi kendince ortaya koyar. Anti-kahramanın niyeti çocuk için daima iyidir. Duymayan ebeveynleri duysun diye çocuğa daha çok ağlamasını, daha çok kaygılı ya da yapışık davranmasını; ilgisiz ebeveynlerine sırtını dönmesini, vazgeçmesini ve onlardan kaçınmasını söyler. Tutarsızlık, ihmal, istismar anti-kahramanımızın iyice büyümesine çocuğu kollamak için hayatının her alanına yayılmasına sebep olur.

Kahramanımız çocuk iki yaşına gelene kadar bir yetişkin olmuştur. Ondan sonra çocuğumuzun benlik algısını, dünya algısını, olumsuz duygularla baş etme becerisini, arkadaşlık ilişkilerini, başarısını, gelişimini, acı verici olaylarla karşılaştığı zaman tekrardan ayağa kalkma hızını ve daha birçok şeyi etkiler hale gelir. Gerçekten çok güçlü bir kahramandır o. Yaşamın bütün dallarında ve budaklarında sözü geçer.

Çocuğumuz da büyüyüp bir yetişkin olduğunda ise kahraman artık büyük bir bireyin ihtiyaçlarına göre çalışmaya başlar. Davranma ve işini yapma şekli iyice kemikleşmiştir. Artık tüm ilişkiler gibi eş seçiminde de iş başındadır. Güvenli bir ilişkide olup olmayacağını kahramanımız belirler. Çocukluktan getirdiği döngüleri tekrarlar çünkü bugüne kadar bunlar işe yaramıştır. Bir yetişkinin dünyadan neler beklemesi gerektiğini ona anlatır durur. Her önemli anda ona nasıl birisi olduğunu söyler: “Her şey yolunda. Çevrendeki insanların senin için niyeti iyi, sen bunun altından kalkabilirsin.” ya da “Dikkatli ol! Güvende değilsin, kimse seni sevmiyor. Kendini koru.” diye anlatır durur. Kahramanımızın cümleleri büyüyen çocuğumuzdan onun çocuklarına, nesiller boyunca bir örüntü olarak benzer kahramanlarda kendini tekrar eder. Güvenli bir dünya ya da güvensiz bir dünya masalı aynı yeryüzünde tekrar tekrar kendini doğurur.

Kahramanımız ya da anti-kahramanımız kendine hangi havalı isimleri koymayı seçerse seçsin, biz ona uzmanlar olarak “BAĞLANMA” diye sesleniyoruz. Onun varlığının farkında olmak, kendi hikayemizdeki rolünü anlamak hayatımızda nedenini anlayamadığımız bir çok davranışımızı fark etmemizi sağlayabilir. Bağlanma teorisine ışık tuttuğumuzda kendimizi de aydınlatabiliriz. Daha da iyisi fantastik evrenimizi biraz olsun değiştirebilirsek ve çocuklarımızın kendi kahramanlarının farklı başlangıçlar yapmasını umut edebiliriz. Kendimizin ve kahramanımızın yaralarımızı sarmaya başladığımızda, bunun için gerekli yardımı aldığımızda, çocuklarımızla aramızda sadece bizi birbirimize bağlayan güzel şeyler kalacaktır.

Herkesin gizli kahramanlarına sevgiyle.

https://www.instagram.com/ekopsikoloji/

Ekopsikoloji

Doğanın çocukları hatırlıyor

DOĞANIN ÇOCUKLARI HATIRLIYOR: EKOPSİKOLOJİ

Sen doğanın çocuğusun. Kızılderili Hopilerin bebeklerine söyledikleri cümledir bu. Çocukların dünyaya sipapuni, dünyanın zamansız ve mekansız doğum kanalından geçerek doğduğuna inanırlar. İlk yirmi günde bebek dünyaya geçişini tamamlar ve yirmi birinci günün şafağında anne dışarı çıkardığı bebeğini güneşe doğru uzatarak şöyle söyler: “Bu senin çocuğun.”

Bunu ne zaman unuttuk? Doğa ile bağımızın derinliğinin nerelere kadar uzanabildiğini, doğa ritimlerinin insanla dans edişini ne zaman unuttuk?

Modern psikoloji bilimi post endüstriyel dönemin bir çocuğu olarak insanı doğadan ayırarak ele aldı. Çünkü doğa ve doğa ile bağlantıda kalan her şey “ilkel” sınıfının bir parçası idi. Peki bu bizi neye sürükledi? İnsanın kendisini iklim krizlerinden, doğanın tahribinden ayrı tutmasına, kendini yalıtılmış, ayrı ya da üstün bir varlık olarak görmesine… Ruh sağlığı uzmanlarının kutsal kitabı olan Mental Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal El Kitabı’nın birinci, ikinci, üçüncü, dördüncü ve beşincisinde(!) var olan bütün sınıflandırma ve tanıların doğayı ve ekolojik faktörlerin etkisini dışarıda tutması bunun en belirgin örneğidir belki de. Tabi ki “zoofili”yi (hayvanlarla cinsel eylem) saymazsak. Sanki biyosfer parçalara ayrılırken insan ruhu kurtarılabilirmiş gibi psikenin etrafını saran ekolojik gerçekliklerden tamamen bir haber davranılıyor. Burada ters giden bir şeyler yok mu gerçekten? Sosyal bir varlık olarak insan, var oluşunun başlangıcından beri temas ettiği doğa ile hiçbir şekilde etkileşim kurmuyor mu? Bunun gerçekten bize bir etkisi yok mu?

İklimsel felaketlerin artmasından sonra reklamcılığın yeni bir alternatifi olarak “greenwashing” yani yeşil yıkama insanın içindeki küçük vicdan azabını alet etmenin farklı bir yöntemi olarak çıktı. “Poşetleri sadece parayla satarak okyanusları kurtarıyoruz.” ilanına çıkan markalar her sabah ürün alımı yaparken tonlarca ürün paketi ve kutusunu çöplere atıyor, “Yeşil kozmetik ürünlerimizde sadece doğal malzemeler kullanıyoruz.” diyen kozmetik markaları kalan yüzde doksanlık sentetik ürünleri için hayvan deneylerine tüm hızıyla devam ediyor, “plastik şişe atıklarınızı kumaşa çeviriyoruz” diyen tekstil markaları ise yoğun talep sebebiyle satış yapabilmek için hiç kullanılmamış su şişeleri satın alıp bunları kumaşa çeviriyordu. Farkındalık ya gelmiyor ya da kötüye kullanılıyor gibi görünüyordu.

Son dönemlerde ilginç bir şekilde, belki çaresizlikten belki gerçekten isimlendiremediğimiz bir tür özlemden araştırmalar doğaya ve doğanın insanla temasının sonuçlarına yöneldi. Her bilim dalına misafir olan -eko eki psikoloji alanında da kendini gösterdi ve ekopsikoloji ortaya çıktı. Bebek adımlarını Theodore Rozsak’ın emekleri ile atmaya başlayan ekopsikoloji farklı bölgelerde yeni yayınlarla serpilip büyüyor. Doğanın insana, insanın doğaya etkilerini farklı açılardan ele alan ve antropolojik çalışmalarla da araştırmalarını destekleyen bu alanın bulguları şaşırtmıyor ama bizlere hatırlatıyor: Doğa ile birlikte iken daha iyiyiz.

Doğaya temas eden yetişkinler fiziksel hastalıklardan daha hızlı kurtuluyor, psikolojik olarak daha güçlü oluyorlar, odaklanma süreleri artıyor, sosyal sorumluluk bilincini daha yoğun taşıyorlar, daha yaratıcılar, daha dinginler, karar mekanizmaları daha iyi çalışıyor. Baş etme becerileri olumlu anlamda farklılık gösteriyor. Bununla birlikte çocuklarda da aynı etkiler gözlemlenirken ekstra bir de doğaya çıkan çocukların dikkat eksikliği ve hiperaktivite semptomlarında azalmalar görülüyor. Fiziksel beceriler dışında akademik anlamda da belirgin olarak başarıları artıyor. İki avuç çamuru serbestçe manipüle etmenin sonucu.. İlginç mi? Bence değil. Teknoloji gelişti diye beynimiz, ol’ma halimiz değişmedi. Güvenli bağlanan çocuklara benziyor biraz. Belki de doğa ile de bir bağlanmamız var ve biz bunu yok saymaya çalıştıkça eksiliyor, hastalanıyoruz.

Ekopsikolojinin yavaştan gündeme gelmesi ile ekoterapi çalışmaları da ortaya çıkmaya başladı. Eğitimli uzmanlar olarak çocukları ve yetişkinleri doğa götürüyor, çeşitli teknik ve yöntemlerle tekrardan “doğanın bir çocuğu” olduğumuzu hatırlıyoruz. Bu uygulamaları yapan bir psikolog olarak bunda bile eksik bir şeylerin olduğunu düşünüyorum. Eğer biz sipapuniden yolculuğumuza başladı isek neden bunu romantik bir şekilde ele alıyoruz, neden kafamızda süslü şapkalarla çiçek koklarken fotoğraflar çekiliyor, neden ayrılıklar barışmalar yaşıyoruz ama bir türlü yaşam tarzımızı kökten değiştiremiyoruz. Eh… Hepimizin aklına gelen bir takım farklı cevaplar var değil mi? Vardığınız sonuç ne olursa olsun Franz de Wall’ın söylediği gibi “Maymunu ormandan çıkarabilirsiniz ama, ormanı maymunun içinden çıkaramazsınız.”.

Ne kadar uzak, yalıtılmış hissedersen hisset fark etmez. Sahip olduğun kaynakların hepsi kullanıma hazır seni bekliyor. Sen doğanın dışından değil tam kalbinden gelen bir varlıksın. Doğa dinleyenler için bir şarkı söylüyor ve onu her daim duyabilirsin. Yalnız değilsin. Hatırla, sen onun çocuğusun.

Kaynakça:

Roszak, T. (2001). The voice of the earth: An exploration of ecopsychology. Red Wheel/Weiser.

Roszak, T. E., Gomes, M. E., & Kanner, A. D. (1995). Ecopsychology: Restoring the earth, healing the mind. Sierra Club Books.

Daha fazlası için;

Instagram: https://www.instagram.com/ekopsikoloji/

Birincil kenar çubuğu

Umudumuz Sizde..

Yeniden merhaba, yaklaşık iki aylık bir süreden sonra tekrar huzurlarınızda … [Devamı...] hakkındaUmudumuz Sizde..

  • ERTELEMEK ÖLÜMDÜR
  • KANSER!… KİRAZ AĞAÇLARINI DA VURUYOR!
  • KİRAZDA YAŞANAN SORUNLARA ÇÖZÜM ÖNERİLERİ

Bizi Takip Edin

  • Facebook
  • Instagram
  • Twitter

Copyright © 2021 · News Pro on Genesis Framework · WordPress · Giriş