Gerçek Bir Bibliomania ALİ EMÎRÎ EFENDİ

Ali Emîrî Efendi; yakın dönem Türk tarihinin en önemli simalarından ve gerçek bibliomanialarından biridir. Bütün hayatını nadir el yazması eserler toplamaya adamış biri olan Ali Emîrî’nin, İstanbul’da kurduğu Millet Kütüphanesi’nin Türkiye’deki diğer pek çok kütüphaneye öncü olmasının yanı sıra Türk dili, kültürü ve tarihi için en önemli kaynak sayılan Divânu Lügâti’t Türk’ün kazanılması adına en büyük çabayı göstermiş olan kişidir.
Kitap okumaya ve özellikle nadir kitapları toplamaya tutku derecesinde değer verme hastalığı olarak tanımlayabileceğimiz bibliomania, dilimize batı dillerinden geçmiş bir kavram olarak yakın dönem kültür hayatımızda kitaplara olan aşırı derecede düşkünlüğü ile tanınan Ali Emîrî Efendi’nin kişiliğini tanımlayabilmek için kullanabileceğimiz en uygun tabirdir fikrimce. Öyle ki bu uğurda bütün ömrünü ve memur maaşıyla oluşturduğu mütevazı servetini harcamaktan çekinmemiş; yerine göre bir kitabı elde etmek uğruna gücü nispetinde fedakârlık etmekten çekinmemiş hatta bu uğurda hiç evlenmeyerek kitaplarla arasına, onlardan daha değerli hiçbir değeri uygun görmemiş bir şahsiyet… Ne yazık ki Ali Emîrî Efendi, Divânu Lügâti’t Türk gibi değeri paha biçilmez bir hazineyi kültürümüze kazandırmasaydı ve ömrünü, servetini harcayarak Millet Kütüphanesi’ni kurmasaydı adı belki de hiç bilinmeyecek; Dr.Muhtar Tevfikoğlu onun hakkında birkaç makale ve kapsamlı bir biyografi yazmasa, adı bilinse de, o adın moda tabirle şehir efsanesi ötesine geçmesi pek mümkün olamayacaktı.
Hicrî 1274/Miladî 1857’de, Diyarbakır’ın bilim ve sanat alanında önemli simalar yetiştirmiş bir aileye mensup olarak dünyaya gelen Ali Emîrî, Diyarbakır’da başladığı eğitimini amcasının görevi nedeniyle gittiği Mardin’de Arapça ve Farsça öğrenerek sürdürür.

Henüz 18 yaşındayken telgrafçı olur ve 21 yaşında Abidin Paşa’nın müsevvidi yani kâtibi olarak görev alır. Harput, Sivas ve Selanik’te memuriyet; Sis (Kozan) sancağı âşâr/vergi müdürülüğü, Adana’da âşâr müdürlüğü yapar. Daha sonra Leskovik, Kırşehir, Trablusşam muhasebe müdürüğü; Elazığ, Erzurum defterdarlığı ile Yanya, İşkodra maliye müfettişliği görevinde ve Halep defterdarlığı ve Yemen maliye müfettişliği görevlerinde bulunur. Yazıldığında çok kısa ama hele ki Osmanlı coğrafyasında yaşanarak, çok değişik coğrafyalarda tecrübe edilerek oldukça uzun bir memuriyet hikâyesidir Ali Emîrî Efendi’nin meslek hayatı. İmparatorluk coğrafyasının hemen her yerinde görevlerde bulunmuş; bu, onun kendi ülkesini ve insanını yakından tanımasını sağlamıştır. II.Meşrutiyet’in ilanından hemen sonra kendi isteği ile emekli olur ve yerleştiği İstanbul’da artık tüm vaktini nadir kitapları toplamaya, 1916’dan sonra da bağışladığı kitaplarla kurulmuş bulunan Millet Kütüphanesi bünyesinde çalışmaya devam eder; ta ki ölüm tarihi olan 23 Ocak 1924’e kadar…
“Kâlû belâ’dan beri kitaplarını millet namına vakfetmiş” olduğunu söyleyen Ali Emîrî’nin kitaplara düşkünlüğü, kitap okumaya ve kitap toplamaya başlaması çocukluk yaşlarından başlar. “Bende kitap merakı dokuz yaşında hâsıl olmuştur. Bugün tam altmış senedir ne gecem gece, ne gündüzüm gündüzdür. Ömrüm kâmilen bu merak arkasında koşmuştur… Milyonluk bir kütüphane meydana getiremezsem bile karınca kaderince hiç olmazsa on beş, yirmi bin ciltlik bir kütüphane getirebilirim, diyerek dokuz yaşımdan şimdiye kadar elime ne kadar para geçerse kitap almaya adadım.” diyen gerçek bir bibliomania olan Eli Emîrî Efendi’nin kitaplara olan düşkünlüğünü gösteren ilginç bir olay anlatmak bile onun tutku derecesini gösterirOlayı, Ali Emîrî Efendi üzerine yazdığı kitabında nakleden Dr. Muhtar Tevfikoğlu, Ankara Bahçelievler’deki üç katlı evinde yaptığımız ziyaret ve uzun sohbetimiz sırasında bana bizzat anlatmıştı. Olay şudur: Ali Emîrî, Yanya’daki maliye müfettişliği görevini sürdürdüğü günlerde Arapça el yazması bir kitap satın alır. Ancak kitap iki cilt olup aldığı birinci cilttir. Uzun araştırmalar sonucunda eserin ikinci cildinin Kuzey Yemen’de bir kişide olduğunu öğrenir. Bu cildi de kütüphanesine kazandırmak için Yemen’deki kitap sahibine mektuplar yazsa da bu mektuplara cevap alamaz. Sahibiyle yüz yüze görüşerek kitabı satın alabilmek için Yemen’e gitmeyi düşünür, gerek o günün ulaşım koşulları gerekse memuriyeti nedeniyle bu imkânsızdır. Ali Emîrî, öylesi bir kitap âşığıdır ve âşığın maşukuna kavuşması için hiçbir fedakârlıktan, zorluktan yılmayacağını, hiçbir engel tanımayacağını bilmekte olmalı ki kitabı almak için imparatorluğun bir ucundaki Yanya’dan bir diğer ucundaki Yemen’e tayin olmak için dilekçesini yazar. Yemen’e gittiğinde kitap sahibini kitabı satmaya ikna edememe olasılığı da vardır. “B Planı” ise, böyle bir olasılıkla karşılaşırsa kitabı sahibinden okumak için iki üç günlüğüne rica edip, gece gündüz demeden istinsah etme yani yazmak yoluylakopyasını çıkarmak şeklindedir. Ali Emîrî’nin Yemen maliye müfettişliği görevine ilişkin bilgiyi yukarıda vermiştim ya, oradan yola çıkarak hikâyenin devamını getirebilirsiniz.

Bugünkü Yunanistan ile Arnavutluk sınırında bulunan tarihi bir yerleşim olan Yanya ile Yemen arası -küçük bir araştırma sonucu siz de bu bilgiye internetten erişebilirsiniz- kuş uçuşu tam 3.790, kara yoluyla ise yaklaşık 5.000-5.500 kilometredir. Günümüzdeki ulaşım teknolojisi ile beş altı saatte uçakla aşılabilen bu mesafe o günün şartlarında beş altı ay sürecek bir yolculuktur ama bu, Ali Emîrî’nin bir kitabı elde etmek için göze almaktan çekineceği bir uzaklık değildir. Olayın sonunu kestiremeyenler için söyleyeyim: Ali Emîrî, Yemen’e gider ve sahibini ikna ederek, muhtemelen, cebinde bulunan paranın hepsini vererek kitabı satın alır ve kütüphanesindeki rafa özenle yerleştirir. Ali Emîrî’nin kronik bir bibliomania olarak teşhis edebileceğimiz kişiliği yanında mutlaka anılması gereken diğer iki özelliği, adını ölümsüzleştiren Millet Kütüphanesi’nin kurucusu olması ve Divânu Lügâti’t Türk’ü bularak kıymet biçilemeyecek değerdeki bir el yazmasını, kendi bütçesini de çok çok aşarak satın alması, yok olmaktan kurtarması ve Türk kültür hayatına kazandırmasıdır.Ali Emîrî Efendi, Divânu Lügâti’t Türk ile sık sık uğradığı Beyazıt’taki Sahhaflar Çarşısı’nda Burhan Efendi’nin eski kitap satılan dükkânına gittiğinde karşılaşır. Sahhaflara sık sık uğramayı, her kitap meraklısı gibi adet edinmiş bulunan Ali Emîrî, Burhan Efendi’nin dükkânında otururken olağan gelişen çay sohbeti sırasında kendisi için yeni bir kitap olup olmadığını sorar. Burhan Efendi, elinde yeni ve farklı bir el yazması kitap olduğunu söyler; Ali Emîrî kitabı eline alıp sayfalarını çevirerek kitabın içeriğine uzun süre ilgisizce bakar, itina ile ciltlenmiş ama sayfaları karışmış Arapça bir el yazmasıdır bu.Dr.Muhtar Tevfikoğlu, Ali Emîrî’nin o günü için “hayatının en bahtiyar günlerinden biriydi.” diye yazıyor kitabında, çok haklı olarak. Ali Emîrî, Burhan Efendi’ye yeni bir şey var olup olmadığını sormasının ardından kucağına konulan hazinenin pekâlâ farkındadır ama kitaba karşı soğuk, ilgisiz, kitap aslında çok da önemli değilmiş gibi davranması gerekmektedir; çünkü diğer türlü kitabın önemini abartılı biçimde dillendirmesi, kitaba karşı ilgili davranması kitabın değerini kat kat yükseltecektir. Burhan Efendi, geçici bir süre sahip olduğu bu kitabın evveliyatını bildiğinden, kitabın içeriği hakkında olmasa da fiyatı hakkında çok nettir. Zira bu kitabı kendisine getiren yaşlıca bir hanım kendisini eski nazırlardan birinin yakını olarak tanıtarak nazırın bu kitabı “bir sıkıntıya düşersen kitapçılara götürür satarsın ama otuz liradan aşağıya verme.” şeklinde vasiyet ettiğini söyler. Burhan Efendi, bu vasiyetten yola çıkarak Divânu Lügâti’t Türk’ü, devrin Millî Eğitim Bakanlığı olan Maarif Nezareti’ne incelenmek üzere verir. Maarif Nezareti, yaptığı inceleme sonrasında Burhan Efendi’ye bu kitaba otuz lira vermek yerine “bu para ile biz bir kütüphane kurarız” cevabıyla kitabı satın alamayacaklarını beyan eder. Burhan Efendi, tüm bunları anlatırken Ali Emîrî, kucağında bulunan Divânu Lügâti’t Türk’ün değerinin, aslında çok daha yüksek olduğunun farkındadır.

Tipik bir bibliomania olan Ali Emîrî, parmaklarının arasında sayfa sayfa çevirdiği bu Arapça el yazması kitabı “sayfaları dağınık, üstelik yazarı da Kaşgarlı Mahmut adında bilinmeyen bir adam yazmış” diye küçümsüyormuş gibi görünse de, bu kitabın öneminin farkındadır aslında. Satın almaya kendince çok önceden karar veren ancak yüksek fiyatı da düşüremeyeceğine kanaat getiren Ali Emîrî, kitabın bir hafta içinde satılmazsa sahibine iade edileceğini öğrenir. Kitap karşılığında istenen meblağ cidden yüksektir ama bir kitap için Yemen’e kadar gidebilme cesareti olan Ali Emîrî böylesi nadide bir kitaba kesinlikle sahip olmalıdır. Ama cebindeki para Divânu Lügâti’t Türk’e sahip olması için çok yetersizdir ve Ali Emîrî yetersizmaddî imkân ile o çok değerli kitaba sahip olma arasında acımasız bir iç mücadele yaşamaktadır. Zira yanında bulunan miktar sadece on beş liradır. Parayı tamamlamak üzere eve gitse, bir başkasının kitabı alma ihtimali var ki Ali Emîrî böylesi bir riski göze alabilecek mizaçta biri asla değildir. Hatta dükkânı dışarıdan kilitleyip, kitapçıyı içeride hapsederek para bulmaya öyle gitmeyi düşündüğü bile söylenir. Kitap elinde bir tanıdığın geçmesini beklemeye başlar. İmdadına uzaktan gördüğü, kadim dostu, edebiyat öğretmeni Faik Reşat Bey yetişir; onu hemen yanına çağırır ve yanında varsa kendisine yirmi lira vermesini ister. Ancak Faik Reşat’ta sadece on lira çıkışınca evden getirmek için gider ve döndüğünde paranın üstü tamamlanarak kitap alınmış olur. Ali Emîrî, kitabı aldıktan sonra kitapçı cayar endişesi ile koşar adım Sahhaflar Çarşısı’ndan çıkıp evinin yolunu tutarSonrasını Ali Emîrî Efendi “Kitabı aldım, eve geldim. Yemeyi içmeyi unuttum. Birkaç saat mütalâa (inceleme) ile uğraştım.” diye anlatacaktır. Çok geçmeden haber İstanbul kültür çevrelerinde konuşulmaya başlanır; bu, kitap meraklıların hem kıskanç hem de meraklı bakışlarını Ali Emîrî’ye çevrilmesine neden olur. Haberi duyan, Divânu Lügâti’t Türk’ün önemini az çok bilen herkes görmek için Efendi’ye ricada bulunsa da Ali Emîrî bu konuda çok kıskanç ve katı bir tavır sergileyerek, talepleri geri çevirir. Bu meraklılar arasında devrinin en önemli düşünürü, eski dostu hatta hemşehrisi Ziya Gökalp da vardır, ona da kibarca “Hayır!” cevabı verilir. Kitabın sayfaları dağılmış vaziyette olduğu için sayfalarının sıraya dizilmesi ve bu yolla eksik sayfa olup olmadığının tespit edilmesi gerekmektedir. En güvendiği kişi olan Kilisli Muallim Rifat’tan sıraya dizmesini rica eder; o da ancak bu sayede de kitabı görebilme bahtiyarlığına ulaşır. Kilisli Rifat’ın Divânu Lügâti’t Türk ile evine geldiğinde aile bireylerini toplayarak, herhangi bir yangın ve benzeri bir durumda kendi canları ile birlikte evden sadece duvara asarak herkese gösterdiği bu kitabı alıp çıkmalarını, yanlarına başka hiçbir şey almamalarını sıkı bir şekilde tembih ettiği söylenir. İki ay boyunca her gün kitap üzerine çalışan Rifat Bey, sonunda sayfa düzenleme işini bitirir ve Ali Emîrî’ye hayatı boyunca duyduğu belki de en büyük müjdeyi verir: Kitap tamdır, eksik sayfa yoktur.
Divânu Lügâti’t Türk, bulunmuştur, bu büyük bir haberdir, dalga dalga yayılır ancak kimsenin görmesine bile izin vermeyen Ali Emîrî’nin bir şekilde ikna edilerek yayınlanmasının sağlanması gerekmektedir. Bunun için aklına fikir gelen de Rifat Bey’dir. Fikrini Ziya Gökalp’a açar, bu konuda fazlasıyla istekli olan Gökalp da yazılan senaryoyu uygun bulur ve bu senaryonun uygulama aşmasına geçilir. Aylardan Ramazan’dır; Ali Emîrî’nin çok sevdiği kişilerden biri olan Adliye Nazırı İbrahim Efendi, onu konağında iftara davet eder. Efendi ile Nazır, baş başa iftar edip koyu bir sohbete daldıkları sırada Sadrazam (Başbakan) Talat Paşa, İbrahim Efendi’nin konağına gelmesin mi! Doğal olarak bu iki zat birbiriyle tanıştırıldıktan sonra Talat Paşa derhal ayağa kalkar ve Ali Emîrî Efendi’nin elini öpmek ister. Ona, “Muhterem üstat, izin veriniz elinizi öpmekle şeref kazanmak isteriz.” der, bir başbakanın elini öpmesine izin vermez ama varın siz düşünün o anlarda Ali Emîrî Efendi’nin halini…
Talat Paşa, beraberindekiler ve Ali Emîrî, saatler süren derin bir sohbete dalar ve konu döner dolaşır İstanbul’da kulaktan kulağa yayılan haberin doğruluğuna ve Divânu Lügâti’t Türk’e. Böylesi önemli bir eseri yok olmaktan kurtaran Ali Emîrî için övgü dolu cümleler kuran Sadrazam sonunda ona Divânu Lügâti’t Türk’ün yayınlanmasının ne kadar önemli olduğunu anlatarak, ondan bunun için izin vermesini son derece saygılı ve övücü bir üslupla rica eder.
Talat Paşa’nın Sadrazamlık makamından gönderdiği “Onur Belgesi” Ali Emîrî Efendi tarafından okunduğu sırada Kilisli Rifat, Divânu Lügâti’t Türk’ün basımını yapmak üzere üzerinde çalışmaya çoktan başlamıştır bile… O günün tabiri ile “Tezkire” olarak adlandırılan onur belgesinin yanında kendisine gönderilen üç yüz liralık para ödülünü, kabul etmediğini bildiren bir notla iade eden Ali Emîrî’nin kafasında kurmayı planladığı hatta adını bile “Millet Kütüphanesi” vermeyi düşündüğü bir vakıf kütüphanesi projesi vardır.
Emekli olduğu 1908 yılı ile Millet Kütüphanesi’nin kurulduğu 1916 yılları arasında Ali Emîrî’nin sahip olduğu kitaplara yüksek ve cazip teklifler içeren iki teklifin biri Macaristan’dan, daha cazip olan diğeri ise Fransa’dan gelir. Türkoloji alanında önemli projelere bizden çok önceleri başlamış olan Macarlar, Ali Emîrî’nin elinde bulunan Divânu Lügâti’t Türk’ü satın almak için on bin altın teklif eder; o, bu teklifi kabul etmez. Öte yandan Fransa hükümeti bu konuda çok daha cömert ve çok daha cazip bir teklifle gelir; bu, Ali Emîrî’nin kitapları için önerilen servet değerinde bir fiyat ve reddedemeyeceği kadar etkileyici bir dizi detaylar da içermektedir üstelik: Otuz bin İngiliz sterlini nakit ve eğer bu teklifi kabul ederse Paris’te kendi adına kurulacak kütüphanenin yöneticiliğini yapacak, yaşadığı sürece kendine yüksek bir maaşla bu kütüphanenin yöneticisi olacak, emrine Bolulu bir aşçı ile istediği kadar Müslüman hizmetkâr verilecektir. Bütün ömrü yokluk içinde geçmiş, tıpkı bizim gibi bir insan olan Ali Emîrî’nin bu teklifi reddetmesi neredeyse imkânsızdır. Ancak Ali Emîrî, adının bile verilmesini istemediği, Türkiye’nin ilk modern tasnifli kütüphanesi, batı ülkelerindeki Biblioteque National/Millî Kütüphane ölçeğinde 1916 yılında kurulan ve halen İstanbul’da hizmet veren Millet Kütüphanesi’nin kurulmasını kitaplarını buraya bağışlayarak sağlamıştır.

Emekli olduğu 1908 yılı ile Millet Kütüphanesi’nin kurulduğu 1916 yılları arasında Ali Emîrî’nin sahip olduğu kitaplara yüksek ve cazip teklifler içeren iki teklifin biri Macaristan’dan, daha cazip olan diğeri ise Fransa’dan gelir. Türkoloji alanında önemli projelere bizden çok önceleri başlamış olan Macarlar, Ali Emîrî’nin elinde bulunan Divânu Lügâti’t Türk’ü satın almak için on bin altın teklif eder; o, bu teklifi kabul etmez. Öte yandan Fransa hükümeti bu konuda çok daha cömert ve çok daha cazip bir teklifle gelir; bu, Ali Emîrî’nin kitapları için önerilen servet değerinde bir fiyat ve reddedemeyeceği kadar etkileyici bir dizi detaylar da içermektedir üstelik: Otuz bin İngiliz sterlini nakit ve eğer bu teklifi kabul ederse Paris’te kendi adına kurulacak kütüphanenin yöneticiliğini yapacak, yaşadığı sürece kendine yüksek bir maaşla bu kütüphanenin yöneticisi olacak, emrine Bolulu bir aşçı ile istediği kadar Müslüman hizmetkâr verilecektir.
Bütün ömrü yokluk içinde geçmiş, tıpkı bizim gibi bir insan olan Ali Emîrî’nin bu teklifi reddetmesi neredeyse imkânsızdır. Ancak Ali Emîrî, adının bile verilmesini istemediği, Türkiye’nin ilk modern tasnifli kütüphanesi, batı ülkelerindeki Biblioteque National/Millî Kütüphane ölçeğinde 1916 yılında kurulan ve halen İstanbul’da hizmet veren Millet Kütüphanesi’nin kurulmasını kitaplarını buraya bağışlayarak sağlamıştır.

Filmlere konu olabilecek dolu dolu bir hayat süren ve ilginç mizacıyla Ali Emîrî, peşine düştüğü yüzlerce el yazmasını ve en önemlisi Divânu Lügâti’t Türk’ü, kaybolmaktan kurtarıp kültür hazinemize katan adamdır… Sizi, tanıştırayım istedim.
Türk dilinin ilk sözlüğü olan Dîvânü Lugāti’t-Türk, çeşitli Türk boylarından derlenmiş bir ağızlar sözlüğü karakterini taşımaktadır. Bununla birlikte eser yalnızca bir sözlük olmayıp Türkçe’nin XI. yüzyıldaki dil özelliklerini belirten, ses ve yapı bilgisine ışık tutan bir gramer kitabı; kişi, boy ve yer adları kaynağı; Türk tarihine, coğrafyasına, mitolojisine, folklor ve halk edebiyatına dair zengin bilgiler ihtiva eden, aynı zamanda döneminin tıbbı ve tedavi usulleri hakkında bilgi veren ansiklopedik bir eser niteliği de taşımaktadır.
Kâşgarlı Mahmud eserini yazarken o devrin Türk illerini bir bir dolaşmış ve doğrudan doğruya kendi derlediği dil malzemesine dayanmıştır. Bu bakımdan eserde çeşitli Türk boylarının ağızları üzerinde bizzat müşâhedeye dayanan tesbitler ve karşılaştırmalar yer almaktadır. Müellif, XI. yüzyıl Orta Asya Türk kavimlerini boylarına göre tasnif ettikten sonra bunları konuştukları dil ve ağız farkları yönünden ele almış, Türk boylarının birbirine olan yakınlıkları ve temasları üzerinde de durmuştur. Ayrıca Türk kavimleri içerisinde yabancılar tarafından konuşulan dillere ve onların konuştukları Türk ağızlarına da temas etmiştir.
Dîvânü Lugāti’t-Türk, Türk milletinin yüceliğini anlatmak, Türk dilinin Arapça’dan geri kalmadığını göstermek ve Araplar’a Türkçe’yi öğretmek maksadıyla kaleme alındığı için Türkçe’den Arapça’ya bir sözlük şeklinde tertip edilmiştir. Eserin yalnız madde başları Türkçe, açıklamaları ihtiva eden kısımlar ise Arapça’dır.
(TDVİA, C.9, s.446-447)