• Birinci navigasyona geç
  • Skip to main content
  • Birinci sidebar'a geç
  • İletişim
  • Künye

Dergimiz Bir

Dergimiz yakında bu sütunlardan size ulaşacak

  • Yazarlar
    • Duygu ERİŞKİN
    • Erkan AKBALIK
    • Erol PEKTAŞ
    • Erol ŞAŞMAZ
    • Ertan OKUMUŞ
    • Fazıl ŞİMŞEK
    • Gökçe TOPUZ
    • Gökhan GÜNERİ
    • Hasancan ERALACA
    • İbrahim AKSOY
    • Mehmet GÖKYAYLA
    • Onur Okumuş Gedikli
    • Özge TEKİNSAL
    • Öznur BALIKAY
    • Rahim SAĞ
    • Şebnem KANDEMİR
    • Şakir ATA
    • Reha KORKUT
    • Ramazan YILMAZ
    • Demet Şentürk
    • Kevser Şimşek
    • Ömer Bayram
    • Yeşim Özel Küçük
  • Tarih
  • Edebiyat
  • Gezi & Yorum
  • Kültür & Sanat
    • Sinema & Tiyatro
  • Tarım
  • Yaşam

Rahim SAĞ

Gerçek Bir Bibliomania ALİ EMÎRÎ EFENDİ

Gerçek Bir Bibliomania ALİ EMÎRÎ EFENDİ

Rahim SAĞ

Ali Emîrî Efendi; yakın dönem Türk tarihinin en önemli simalarından ve gerçek bibliomanialarından biridir. Bütün hayatını nadir el yazması eserler toplamaya adamış biri olan Ali Emîrî’nin, İstanbul’da kurduğu Millet Kütüphanesi’nin Türkiye’deki diğer pek çok kütüphaneye öncü olmasının yanı sıra Türk dili, kültürü ve tarihi için en önemli kaynak sayılan Divânu Lügâti’t Türk’ün kazanılması adına en büyük çabayı göstermiş olan kişidir.
Kitap okumaya ve özellikle nadir kitapları toplamaya tutku derecesinde değer verme hastalığı olarak tanımlayabileceğimiz bibliomania, dilimize batı dillerinden geçmiş bir kavram olarak yakın dönem kültür hayatımızda kitaplara olan aşırı derecede düşkünlüğü ile tanınan Ali Emîrî Efendi’nin kişiliğini tanımlayabilmek için kullanabileceğimiz en uygun tabirdir fikrimce. Öyle ki bu uğurda bütün ömrünü ve memur maaşıyla oluşturduğu mütevazı servetini harcamaktan çekinmemiş; yerine göre bir kitabı elde etmek uğruna gücü nispetinde fedakârlık etmekten çekinmemiş hatta bu uğurda hiç evlenmeyerek kitaplarla arasına, onlardan daha değerli hiçbir değeri uygun görmemiş bir şahsiyet… Ne yazık ki Ali Emîrî Efendi, Divânu Lügâti’t Türk gibi değeri paha biçilmez bir hazineyi kültürümüze kazandırmasaydı ve ömrünü, servetini harcayarak Millet Kütüphanesi’ni kurmasaydı adı belki de hiç bilinmeyecek; Dr.Muhtar Tevfikoğlu onun hakkında birkaç makale ve kapsamlı bir biyografi yazmasa, adı bilinse de, o adın moda tabirle şehir efsanesi ötesine geçmesi pek mümkün olamayacaktı.
Hicrî 1274/Miladî 1857’de, Diyarbakır’ın bilim ve sanat alanında önemli simalar yetiştirmiş bir aileye mensup olarak dünyaya gelen Ali Emîrî, Diyarbakır’da başladığı eğitimini amcasının görevi nedeniyle gittiği Mardin’de Arapça ve Farsça öğrenerek sürdürür.

Ali Emiri Efendi


Henüz 18 yaşındayken telgrafçı olur ve 21 yaşında Abidin Paşa’nın müsevvidi yani kâtibi olarak görev alır. Harput, Sivas ve Selanik’te memuriyet; Sis (Kozan) sancağı âşâr/vergi müdürülüğü, Adana’da âşâr müdürlüğü yapar. Daha sonra Leskovik, Kırşehir, Trablusşam muhasebe müdürüğü; Elazığ, Erzurum defterdarlığı ile Yanya, İşkodra maliye müfettişliği görevinde ve Halep defterdarlığı ve Yemen maliye müfettişliği görevlerinde bulunur. Yazıldığında çok kısa ama hele ki Osmanlı coğrafyasında yaşanarak, çok değişik coğrafyalarda tecrübe edilerek oldukça uzun bir memuriyet hikâyesidir Ali Emîrî Efendi’nin meslek hayatı. İmparatorluk coğrafyasının hemen her yerinde görevlerde bulunmuş; bu, onun kendi ülkesini ve insanını yakından tanımasını sağlamıştır. II.Meşrutiyet’in ilanından hemen sonra kendi isteği ile emekli olur ve yerleştiği İstanbul’da artık tüm vaktini nadir kitapları toplamaya, 1916’dan sonra da bağışladığı kitaplarla kurulmuş bulunan Millet Kütüphanesi bünyesinde çalışmaya devam eder; ta ki ölüm tarihi olan 23 Ocak 1924’e kadar…
“Kâlû belâ’dan beri kitaplarını millet namına vakfetmiş” olduğunu söyleyen Ali Emîrî’nin kitaplara düşkünlüğü, kitap okumaya ve kitap toplamaya başlaması çocukluk yaşlarından başlar. “Bende kitap merakı dokuz yaşında hâsıl olmuştur. Bugün tam altmış senedir ne gecem gece, ne gündüzüm gündüzdür. Ömrüm kâmilen bu merak arkasında koşmuştur… Milyonluk bir kütüphane meydana getiremezsem bile karınca kaderince hiç olmazsa on beş, yirmi bin ciltlik bir kütüphane getirebilirim, diyerek dokuz yaşımdan şimdiye kadar elime ne kadar para geçerse kitap almaya adadım.” diyen gerçek bir bibliomania olan Eli Emîrî Efendi’nin kitaplara olan düşkünlüğünü gösteren ilginç bir olay anlatmak bile onun tutku derecesini gösterirOlayı, Ali Emîrî Efendi üzerine yazdığı kitabında nakleden Dr. Muhtar Tevfikoğlu, Ankara Bahçelievler’deki üç katlı evinde yaptığımız ziyaret ve uzun sohbetimiz sırasında bana bizzat anlatmıştı. Olay şudur: Ali Emîrî, Yanya’daki maliye müfettişliği görevini sürdürdüğü günlerde Arapça el yazması bir kitap satın alır. Ancak kitap iki cilt olup aldığı birinci cilttir. Uzun araştırmalar sonucunda eserin ikinci cildinin Kuzey Yemen’de bir kişide olduğunu öğrenir. Bu cildi de kütüphanesine kazandırmak için Yemen’deki kitap sahibine mektuplar yazsa da bu mektuplara cevap alamaz. Sahibiyle yüz yüze görüşerek kitabı satın alabilmek için Yemen’e gitmeyi düşünür, gerek o günün ulaşım koşulları gerekse memuriyeti nedeniyle bu imkânsızdır. Ali Emîrî, öylesi bir kitap âşığıdır ve âşığın maşukuna kavuşması için hiçbir fedakârlıktan, zorluktan yılmayacağını, hiçbir engel tanımayacağını bilmekte olmalı ki kitabı almak için imparatorluğun bir ucundaki Yanya’dan bir diğer ucundaki Yemen’e tayin olmak için dilekçesini yazar. Yemen’e gittiğinde kitap sahibini kitabı satmaya ikna edememe olasılığı da vardır. “B Planı” ise, böyle bir olasılıkla karşılaşırsa kitabı sahibinden okumak için iki üç günlüğüne rica edip, gece gündüz demeden istinsah etme yani yazmak yoluylakopyasını çıkarmak şeklindedir. Ali Emîrî’nin Yemen maliye müfettişliği görevine ilişkin bilgiyi yukarıda vermiştim ya, oradan yola çıkarak hikâyenin devamını getirebilirsiniz.

Bugünkü Yunanistan ile Arnavutluk sınırında bulunan tarihi bir yerleşim olan Yanya ile Yemen arası -küçük bir araştırma sonucu siz de bu bilgiye internetten erişebilirsiniz- kuş uçuşu tam 3.790, kara yoluyla ise yaklaşık 5.000-5.500 kilometredir. Günümüzdeki ulaşım teknolojisi ile beş altı saatte uçakla aşılabilen bu mesafe o günün şartlarında beş altı ay sürecek bir yolculuktur ama bu, Ali Emîrî’nin bir kitabı elde etmek için göze almaktan çekineceği bir uzaklık değildir. Olayın sonunu kestiremeyenler için söyleyeyim: Ali Emîrî, Yemen’e gider ve sahibini ikna ederek, muhtemelen, cebinde bulunan paranın hepsini vererek kitabı satın alır ve kütüphanesindeki rafa özenle yerleştirir. Ali Emîrî’nin kronik bir bibliomania olarak teşhis edebileceğimiz kişiliği yanında mutlaka anılması gereken diğer iki özelliği, adını ölümsüzleştiren Millet Kütüphanesi’nin kurucusu olması ve Divânu Lügâti’t Türk’ü bularak kıymet biçilemeyecek değerdeki bir el yazmasını, kendi bütçesini de çok çok aşarak satın alması, yok olmaktan kurtarması ve Türk kültür hayatına kazandırmasıdır.Ali Emîrî Efendi, Divânu Lügâti’t Türk ile sık sık uğradığı Beyazıt’taki Sahhaflar Çarşısı’nda Burhan Efendi’nin eski kitap satılan dükkânına gittiğinde karşılaşır. Sahhaflara sık sık uğramayı, her kitap meraklısı gibi adet edinmiş bulunan Ali Emîrî, Burhan Efendi’nin dükkânında otururken olağan gelişen çay sohbeti sırasında kendisi için yeni bir kitap olup olmadığını sorar. Burhan Efendi, elinde yeni ve farklı bir el yazması kitap olduğunu söyler; Ali Emîrî kitabı eline alıp sayfalarını çevirerek kitabın içeriğine uzun süre ilgisizce bakar, itina ile ciltlenmiş ama sayfaları karışmış Arapça bir el yazmasıdır bu.Dr.Muhtar Tevfikoğlu, Ali Emîrî’nin o günü için “hayatının en bahtiyar günlerinden biriydi.” diye yazıyor kitabında, çok haklı olarak. Ali Emîrî, Burhan Efendi’ye yeni bir şey var olup olmadığını sormasının ardından kucağına konulan hazinenin pekâlâ farkındadır ama kitaba karşı soğuk, ilgisiz, kitap aslında çok da önemli değilmiş gibi davranması gerekmektedir; çünkü diğer türlü kitabın önemini abartılı biçimde dillendirmesi, kitaba karşı ilgili davranması kitabın değerini kat kat yükseltecektir. Burhan Efendi, geçici bir süre sahip olduğu bu kitabın evveliyatını bildiğinden, kitabın içeriği hakkında olmasa da fiyatı hakkında çok nettir. Zira bu kitabı kendisine getiren yaşlıca bir hanım kendisini eski nazırlardan birinin yakını olarak tanıtarak nazırın bu kitabı “bir sıkıntıya düşersen kitapçılara götürür satarsın ama otuz liradan aşağıya verme.” şeklinde vasiyet ettiğini söyler. Burhan Efendi, bu vasiyetten yola çıkarak Divânu Lügâti’t Türk’ü, devrin Millî Eğitim Bakanlığı olan Maarif Nezareti’ne incelenmek üzere verir. Maarif Nezareti, yaptığı inceleme sonrasında Burhan Efendi’ye bu kitaba otuz lira vermek yerine “bu para ile biz bir kütüphane kurarız” cevabıyla kitabı satın alamayacaklarını beyan eder. Burhan Efendi, tüm bunları anlatırken Ali Emîrî, kucağında bulunan Divânu Lügâti’t Türk’ün değerinin, aslında çok daha yüksek olduğunun farkındadır.

Tipik bir bibliomania olan Ali Emîrî, parmaklarının arasında sayfa sayfa çevirdiği bu Arapça el yazması kitabı “sayfaları dağınık, üstelik yazarı da Kaşgarlı Mahmut adında bilinmeyen bir adam yazmış” diye küçümsüyormuş gibi görünse de, bu kitabın öneminin farkındadır aslında. Satın almaya kendince çok önceden karar veren ancak yüksek fiyatı da düşüremeyeceğine kanaat getiren Ali Emîrî, kitabın bir hafta içinde satılmazsa sahibine iade edileceğini öğrenir. Kitap karşılığında istenen meblağ cidden yüksektir ama bir kitap için Yemen’e kadar gidebilme cesareti olan Ali Emîrî böylesi nadide bir kitaba kesinlikle sahip olmalıdır. Ama cebindeki para Divânu Lügâti’t Türk’e sahip olması için çok yetersizdir ve Ali Emîrî yetersizmaddî imkân ile o çok değerli kitaba sahip olma arasında acımasız bir iç mücadele yaşamaktadır. Zira yanında bulunan miktar sadece on beş liradır. Parayı tamamlamak üzere eve gitse, bir başkasının kitabı alma ihtimali var ki Ali Emîrî böylesi bir riski göze alabilecek mizaçta biri asla değildir. Hatta dükkânı dışarıdan kilitleyip, kitapçıyı içeride hapsederek para bulmaya öyle gitmeyi düşündüğü bile söylenir. Kitap elinde bir tanıdığın geçmesini beklemeye başlar. İmdadına uzaktan gördüğü, kadim dostu, edebiyat öğretmeni Faik Reşat Bey yetişir; onu hemen yanına çağırır ve yanında varsa kendisine yirmi lira vermesini ister. Ancak Faik Reşat’ta sadece on lira çıkışınca evden getirmek için gider ve döndüğünde paranın üstü tamamlanarak kitap alınmış olur. Ali Emîrî, kitabı aldıktan sonra kitapçı cayar endişesi ile koşar adım Sahhaflar Çarşısı’ndan çıkıp evinin yolunu tutarSonrasını Ali Emîrî Efendi “Kitabı aldım, eve geldim. Yemeyi içmeyi unuttum. Birkaç saat mütalâa (inceleme) ile uğraştım.” diye anlatacaktır. Çok geçmeden haber İstanbul kültür çevrelerinde konuşulmaya başlanır; bu, kitap meraklıların hem kıskanç hem de meraklı bakışlarını Ali Emîrî’ye çevrilmesine neden olur. Haberi duyan, Divânu Lügâti’t Türk’ün önemini az çok bilen herkes görmek için Efendi’ye ricada bulunsa da Ali Emîrî bu konuda çok kıskanç ve katı bir tavır sergileyerek, talepleri geri çevirir. Bu meraklılar arasında devrinin en önemli düşünürü, eski dostu hatta hemşehrisi Ziya Gökalp da vardır, ona da kibarca “Hayır!” cevabı verilir. Kitabın sayfaları dağılmış vaziyette olduğu için sayfalarının sıraya dizilmesi ve bu yolla eksik sayfa olup olmadığının tespit edilmesi gerekmektedir. En güvendiği kişi olan Kilisli Muallim Rifat’tan sıraya dizmesini rica eder; o da ancak bu sayede de kitabı görebilme bahtiyarlığına ulaşır. Kilisli Rifat’ın Divânu Lügâti’t Türk ile evine geldiğinde aile bireylerini toplayarak, herhangi bir yangın ve benzeri bir durumda kendi canları ile birlikte evden sadece duvara asarak herkese gösterdiği bu kitabı alıp çıkmalarını, yanlarına başka hiçbir şey almamalarını sıkı bir şekilde tembih ettiği söylenir. İki ay boyunca her gün kitap üzerine çalışan Rifat Bey, sonunda sayfa düzenleme işini bitirir ve Ali Emîrî’ye hayatı boyunca duyduğu belki de en büyük müjdeyi verir: Kitap tamdır, eksik sayfa yoktur.
Divânu Lügâti’t Türk, bulunmuştur, bu büyük bir haberdir, dalga dalga yayılır ancak kimsenin görmesine bile izin vermeyen Ali Emîrî’nin bir şekilde ikna edilerek yayınlanmasının sağlanması gerekmektedir. Bunun için aklına fikir gelen de Rifat Bey’dir. Fikrini Ziya Gökalp’a açar, bu konuda fazlasıyla istekli olan Gökalp da yazılan senaryoyu uygun bulur ve bu senaryonun uygulama aşmasına geçilir. Aylardan Ramazan’dır; Ali Emîrî’nin çok sevdiği kişilerden biri olan Adliye Nazırı İbrahim Efendi, onu konağında iftara davet eder. Efendi ile Nazır, baş başa iftar edip koyu bir sohbete daldıkları sırada Sadrazam (Başbakan) Talat Paşa, İbrahim Efendi’nin konağına gelmesin mi! Doğal olarak bu iki zat birbiriyle tanıştırıldıktan sonra Talat Paşa derhal ayağa kalkar ve Ali Emîrî Efendi’nin elini öpmek ister. Ona, “Muhterem üstat, izin veriniz elinizi öpmekle şeref kazanmak isteriz.” der, bir başbakanın elini öpmesine izin vermez ama varın siz düşünün o anlarda Ali Emîrî Efendi’nin halini…
Talat Paşa, beraberindekiler ve Ali Emîrî, saatler süren derin bir sohbete dalar ve konu döner dolaşır İstanbul’da kulaktan kulağa yayılan haberin doğruluğuna ve Divânu Lügâti’t Türk’e. Böylesi önemli bir eseri yok olmaktan kurtaran Ali Emîrî için övgü dolu cümleler kuran Sadrazam sonunda ona Divânu Lügâti’t Türk’ün yayınlanmasının ne kadar önemli olduğunu anlatarak, ondan bunun için izin vermesini son derece saygılı ve övücü bir üslupla rica eder.
Talat Paşa’nın Sadrazamlık makamından gönderdiği “Onur Belgesi” Ali Emîrî Efendi tarafından okunduğu sırada Kilisli Rifat, Divânu Lügâti’t Türk’ün basımını yapmak üzere üzerinde çalışmaya çoktan başlamıştır bile… O günün tabiri ile “Tezkire” olarak adlandırılan onur belgesinin yanında kendisine gönderilen üç yüz liralık para ödülünü, kabul etmediğini bildiren bir notla iade eden Ali Emîrî’nin kafasında kurmayı planladığı hatta adını bile “Millet Kütüphanesi” vermeyi düşündüğü bir vakıf kütüphanesi projesi vardır.
Emekli olduğu 1908 yılı ile Millet Kütüphanesi’nin kurulduğu 1916 yılları arasında Ali Emîrî’nin sahip olduğu kitaplara yüksek ve cazip teklifler içeren iki teklifin biri Macaristan’dan, daha cazip olan diğeri ise Fransa’dan gelir. Türkoloji alanında önemli projelere bizden çok önceleri başlamış olan Macarlar, Ali Emîrî’nin elinde bulunan Divânu Lügâti’t Türk’ü satın almak için on bin altın teklif eder; o, bu teklifi kabul etmez. Öte yandan Fransa hükümeti bu konuda çok daha cömert ve çok daha cazip bir teklifle gelir; bu, Ali Emîrî’nin kitapları için önerilen servet değerinde bir fiyat ve reddedemeyeceği kadar etkileyici bir dizi detaylar da içermektedir üstelik: Otuz bin İngiliz sterlini nakit ve eğer bu teklifi kabul ederse Paris’te kendi adına kurulacak kütüphanenin yöneticiliğini yapacak, yaşadığı sürece kendine yüksek bir maaşla bu kütüphanenin yöneticisi olacak, emrine Bolulu bir aşçı ile istediği kadar Müslüman hizmetkâr verilecektir. Bütün ömrü yokluk içinde geçmiş, tıpkı bizim gibi bir insan olan Ali Emîrî’nin bu teklifi reddetmesi neredeyse imkânsızdır. Ancak Ali Emîrî, adının bile verilmesini istemediği, Türkiye’nin ilk modern tasnifli kütüphanesi, batı ülkelerindeki Biblioteque National/Millî Kütüphane ölçeğinde 1916 yılında kurulan ve halen İstanbul’da hizmet veren Millet Kütüphanesi’nin kurulmasını kitaplarını buraya bağışlayarak sağlamıştır.

Emekli olduğu 1908 yılı ile Millet Kütüphanesi’nin kurulduğu 1916 yılları arasında Ali Emîrî’nin sahip olduğu kitaplara yüksek ve cazip teklifler içeren iki teklifin biri Macaristan’dan, daha cazip olan diğeri ise Fransa’dan gelir. Türkoloji alanında önemli projelere bizden çok önceleri başlamış olan Macarlar, Ali Emîrî’nin elinde bulunan Divânu Lügâti’t Türk’ü satın almak için on bin altın teklif eder; o, bu teklifi kabul etmez. Öte yandan Fransa hükümeti bu konuda çok daha cömert ve çok daha cazip bir teklifle gelir; bu, Ali Emîrî’nin kitapları için önerilen servet değerinde bir fiyat ve reddedemeyeceği kadar etkileyici bir dizi detaylar da içermektedir üstelik: Otuz bin İngiliz sterlini nakit ve eğer bu teklifi kabul ederse Paris’te kendi adına kurulacak kütüphanenin yöneticiliğini yapacak, yaşadığı sürece kendine yüksek bir maaşla bu kütüphanenin yöneticisi olacak, emrine Bolulu bir aşçı ile istediği kadar Müslüman hizmetkâr verilecektir.
Bütün ömrü yokluk içinde geçmiş, tıpkı bizim gibi bir insan olan Ali Emîrî’nin bu teklifi reddetmesi neredeyse imkânsızdır. Ancak Ali Emîrî, adının bile verilmesini istemediği, Türkiye’nin ilk modern tasnifli kütüphanesi, batı ülkelerindeki Biblioteque National/Millî Kütüphane ölçeğinde 1916 yılında kurulan ve halen İstanbul’da hizmet veren Millet Kütüphanesi’nin kurulmasını kitaplarını buraya bağışlayarak sağlamıştır.

Divan-ı Lügatü Türk

Filmlere konu olabilecek dolu dolu bir hayat süren ve ilginç mizacıyla Ali Emîrî, peşine düştüğü yüzlerce el yazmasını ve en önemlisi Divânu Lügâti’t Türk’ü, kaybolmaktan kurtarıp kültür hazinemize katan adamdır… Sizi, tanıştırayım istedim.
Türk dilinin ilk sözlüğü olan Dîvânü Lugāti’t-Türk, çeşitli Türk boylarından derlenmiş bir ağızlar sözlüğü karakterini taşımaktadır. Bununla birlikte eser yalnızca bir sözlük olmayıp Türkçe’nin XI. yüzyıldaki dil özelliklerini belirten, ses ve yapı bilgisine ışık tutan bir gramer kitabı; kişi, boy ve yer adları kaynağı; Türk tarihine, coğrafyasına, mitolojisine, folklor ve halk edebiyatına dair zengin bilgiler ihtiva eden, aynı zamanda döneminin tıbbı ve tedavi usulleri hakkında bilgi veren ansiklopedik bir eser niteliği de taşımaktadır.
Kâşgarlı Mahmud eserini yazarken o devrin Türk illerini bir bir dolaşmış ve doğrudan doğruya kendi derlediği dil malzemesine dayanmıştır. Bu bakımdan eserde çeşitli Türk boylarının ağızları üzerinde bizzat müşâhedeye dayanan tesbitler ve karşılaştırmalar yer almaktadır. Müellif, XI. yüzyıl Orta Asya Türk kavimlerini boylarına göre tasnif ettikten sonra bunları konuştukları dil ve ağız farkları yönünden ele almış, Türk boylarının birbirine olan yakınlıkları ve temasları üzerinde de durmuştur. Ayrıca Türk kavimleri içerisinde yabancılar tarafından konuşulan dillere ve onların konuştukları Türk ağızlarına da temas etmiştir.
Dîvânü Lugāti’t-Türk, Türk milletinin yüceliğini anlatmak, Türk dilinin Arapça’dan geri kalmadığını göstermek ve Araplar’a Türkçe’yi öğretmek maksadıyla kaleme alındığı için Türkçe’den Arapça’ya bir sözlük şeklinde tertip edilmiştir. Eserin yalnız madde başları Türkçe, açıklamaları ihtiva eden kısımlar ise Arapça’dır.
(TDVİA, C.9, s.446-447)

Makber Şiir ve Şarkısı

Rahim SAĞ

Abdülhak Hâmit Tarhan’a ait, Türk Edebiyatı’nın en bilinen eserlerinden biri olan Makber şiiri ile yine şaire ait başka bir eserinde yer alan manzumeden yola çıkılarak bestelenen ve Türk Müziği’nin seçkin eserlerinden sayılan Makber şarkısının aynı metin olduğu sanısı kültür-sanat camiamızın en büyük yanılgılarından biridir. Gerek edebiyat gerekse müzik çevrelerinin ayrı ayrı beğenisini kazanan bu iki sanat eseri de şaire aittir; ancak Makber şiiri olarak anacağımız edebî eser ile Makber şarkısı olarak adlandıracağımız, şarkıya güfte olan manzume, birbirinden tamamen farklı metinlerdir.

Makber, Abdülhak Hâmit’in (1852-1937) eşi Fatma Hanım’ın genç yaşta ölümü üzerine yazdığı ve Modern Türk edebiyatının da, hiç şüphesiz, büyük bir edebî değere sahip şiirlerinden biridir. Aynı zamanda Makber, yazıldığı dönemden günümüze kadar uzanan süreçte popüler/sansasyonel nitelikleriyle tanımlanan şiirlerden biridir. Öte yandan, Abdülhak Hâmit’in, genç yaşlarında bir şair olarak edindiği edebî şöhrette ve sonrasında da “Şâir-i Âzam” olarak anılmasında Makber’in çok önemli bir yer tuttuğu göz ardı edilemez.

Şair, Makber şiirini ilk eşi Fatma Hanım’ın genç yaşta hazin bir biçimde, veremden ölümü üzerine yazmıştır. Makber şiirinin edebi niteliğinin yanı sıra, şairin eşini genç yaşta kaybetmesinden önceki hastalık sürecinde yaşadıkları ve kaybetmesinden sonra duyduğu derin acı ve bunun şiirine yansıması, geniş okuyucu kitlesinin Abdülhak Hâmit’i ve Makber şiirini tanımasını, bu şiirin popüler kültürde de yer etmesini sağlamıştır. Bunda, Hafız Burhan’ın şehir efsanesi olan mikrofon ötesi olarak tanımlanan bir sesle yorumladığı ve şiiri/güftesi Abdülhak Hâmit’e ait meşhur Makber şarkısının etkisini de yok saymamak gerekir. Bu noktada, Abdülhak Hâmit’in Makber şiirinden ve öncelikle Hafız Burhan’ın muhteşem sesi ile tanınan Makber şarkısı ve o şarkıyı oluşturan bir Makber güftesinden söz etmek gerekecek.

Makber şiiri, Abdülhak Hâmit’in, ilk eşi Fatma Hanım’ın 26 yaşında veremden ölümü üzerine yazdığı, Türk edebiyatının modern tarzdaki en bilinir mersiyelerden biri, hatta ölen bir eş için yazılan ilkidir. Şiirin, edebi nitelikleri bir yana, yazılış nedeni de, çok genç yaşta ölen bir sevgili/eş için yazılmış olmasıdır ki şiirin geniş kitleler tarafından büyük bir heyecan ile karşılanmasını, beğenilmesini hatta efsaneleşmesini sağlamıştır. Makber şiirinin geniş okuyucu kitlelerince bu denli beğenilmesi ve benimsenmesi, elbette şiirin yazılış bağlamından soyutlanarak düşünülemez.

Pirizâde Fatma Hanım, Abdülhak Hâmit’in anılarındaki anlatımıyla “bir sene evvel bu köşkteki odamın penceresi önünden geçerken başkası ile namzet (aday, nişanlı adayı)[1]olduğumdan dolayı karalar giyeceğini”[2] ve artık siyah giysiler içerisinde, tek başına yaşayacağını söyleyecek kadar şaire âşık olan kadındır. Şair, nişanlanmış; bunu duyan Fatma Hanım ise ona olan aşkından ve onun kendisinden başka bir kadınla evlenmesinden dolayı hayatı boyunca artık siyah giysiler giyeceğini söyleyecek kadar Abdülhak Hâmit’a âşıktır.

Fatma Hanım

Abdülhak Hâmit’in, mevcut nişanlısıyla evlenmekten vazgeçmesinden sonra, şair ile Fatma Hanım 1874[3] yılında evlenirler. Yine anılarından takip ettiğimize göre, kaçınılmaz sona giden yolun başlangıcı olan, Fatma Hanım’ın hastalığının belirtileri, daha evliliğin ilk aylarında görülmeye başlar: “Fatma Hanım’la izdivacımızdan (evliliğimizden) üç dört ay sonraydı ki, Sâhib Bey, İstanbul’a avdete (geri dönmeye) memur olduğundan onun aile ve kafilesine iltihak (katılma) ve binaenaleyh biz de Edirne’den iftirak (ayrılma, dağılma) etmiştik.(…) Sâhib Bey’in İncirköyü’ndeki bahçesinde evvelce oturduğumuz köşke, -Kara köşke- yerleşmiştik. (…) Şimdi o köşkün dahilinde refika-yı hayatım (hayat arkadaşım, eşim) olarak bulunuyordu. Karalar giymemiş ama hûn-zîr (hınzır, kötü) bir hastalık neticesinde sararıp solmuş bir mezar-ı muhayyel ü muvakkate (hayayli mezara ve geçici olarak) girmiş de çıkmış gibi olmuştu.”[4]

Hâmit’in önce Fransa, sonra da Rusya ve Yunanistan’daki elçilik kâtipliği görevlerinde bulunur. Yunanistan’daki görevi sırasında Fatma Hanım’ın “bronşit denilen hastalığı o esnalarda vereme tehavvül etmiş (dönüşmüş)” bulunmaktadır ve “uzun bir deniz seyahatinden istifade (faydalanma) memul (umulan) olmakla etibbâ (tabipler, tıp doktorları) Hindistan’a gitmeyi tasvip (uygun görme) ve tavsiye”[5] ederler. İstanbul’a döndüklerinde de Fatma Hanım’ın hastalığına konulan teşhis aynıdır. Meslekî bir dayanışma sonucu olmalı ki Abdülhak Hâmit’in, Fatma Hanım’ın hastalığına iyi geleceği düşüncesi ile, Hariciye Nezareti’nce Hindistan-Bombay’da görevlendirilmesi teklif edilir ve şair, 1883 yılı sonlarında İstanbul’dan başlayan uzun bir yolculuk sonrasında Bombay’da yeni görevine başlar. Burada bulundukları sırada, mektup yazarken birden bire sol omzunda bir ağrı hisseden Fatma Hanım’ı muayene eden Dr.Cock, hastaya “hafif bir zütülcenb” yani akciğer zarı iltihabı (plörezi) teşhisi koyar. Hâmit, Dr.Cock’un “İstanbul’da teşhis edilen (tanı) marazdan (hastalıktan) haberi yoktu. Ben de söylemedim.” diye yazacaktır anılarında. Bu teşhis aileyi kısa süreli de olsa sevindirmiştir ancak Hâmit “Fakat korkuyordum. Geçmiş zannettiğimiz hastalığın nüksetmesi (yeniden ortaya çıkması) ihtimalini düşünüyordum. Hayalimde uçan baykuşlar rüyama da giriyorlardı.”[6] diyecektir, kendi kendine.

Abdülhak Hâmit’in korktuğu başına, 1885 yılının şubat ayında bir pazar günü gelir. Birlikte çıktıkları bir araba gezintisinden sonra akşam evde yemeğe oturdukları sırada Fatma Hanım baygınlık geçirir. Ertesi gün tedavi için gelen hekimler acı haberi verir: Verem üçüncü evreye girmiştir. Hâmit, eşinin ilerleyen hastalığına çare olarak ağabeyi Nasuhî Bey’in vali olduğu Beyrut’a mı yoksa tedavi için Viyana’ya mı gitmek gerektiği ikilemini yaşarken vapurla yola çıkarlar. Bu vapur yolculuğu, Fatma Hanım’a çok iyi gelir, şairin yazdığına göre Fatma Hanım, yolculuk sırasında “her gün daha ziyade” güzelleşmektedir. Ümit dolu uzun bir yolculuktan sonra varılan Beyrut, Fatma Hanım için artık hayatının son durağıdır ve Fatma Hanım, 21 Nisan 1885 Salı[7] günü burada, hayata gözlerini yumar.

Abdülhak Hâmit için hayatının en acılı devresi böylece yaşanırken Türk edebiyatının unutulmaz şiirlerinden biri olan Makber’in doğum sancıları da eş zamanlı başlamış olur. Şair, “tek manzume sıfatiyle maddi hacım bakımından dünya edebiyatının en büyük şiiri”[8] olan Makber’i, Beyrut’ta bulunduğu kırk gün içinde, her gün Fatma Hanım’ın kabrine giderek ve yer altındaki bir odada yaşayarak yazar.

Abdülhak Hâmit’in, sözü edilen Makber şiiri, mesnevi tarzında yazılmıştır. Ölüm, varlık, ölüm ötesi, varlık ve yokluk, yaşam ile ölüm arasını anlatan çok sıklıkla düşünsel/duygusal geçişleri olan bir şiirdir:

Eyvâh! Ne yer, ne yâr kaldı,
Gönlüm dolu âh u zâr kaldı.
Şimdi buradaydı gitti elden,
Gitti ebede gelip ezelden.

…

Güftesi Abdülhak Hâmit’e ait Makber şarkısı ise çoğunlukla şairin yukarıda sözü edilen Makber şiirinden bir bölüm zannedilmiştir. Temanın ortak olması ve şarkının da Makber adıyla bilinmesi ve dinleyici kitlesi arasında bu adla yaygınlaşması geniş kesimlerde de aynı kanaatin doğmasına, yani Makber şiiri ile Makber şarkısının aynı metin olduğu yönünde algılanmasına neden olmuştur. İşin ilginç yanı, günümüzde yaşanılan bu bilgi yanılması, şairin yaşadığı dönemde de vardır ve Abdülhak Hâmit de bu durumdan yani “tesadüfat-ı garibeden (tuhaf rastlantıdan)” yana dertli ve şikâyetçidir. Hâmit, Resimli Ay dergisinde 1928 yılında yayınlanan “Eserlerimi Nasıl Yazdım” adlı seri yazının “Tarık Bin Ziyad” başlıklı bölümünde Tarık adlı oyununu nasıl yazdığını anlatırken “Hatırıma gelmiş iken şunu da söyleyeyim ki Makber’den me’hûz (alınmış) olarak bestelenmiş bir şarkı gibi yad olunan (anılan), içinde ‘Her yer karanlık pür-nur o mevki’ mısraı bulunan manzume hakkındaki şâyia (söylenti) tashihe (düzeltilmeye) muhtaçtır: O manzume Makber’den değil, Tarık’da mümderiç (yer almış) bulunuyor.”[9] diye, oldukça yaygın bu bilgi yanlışlığını da özellikle vurgulama ve düzeltme gereğini duyar.

Abdülhak Hâmit’in bu yakınmasını kaleme aldığı tarih, 1928 yılı sonlarıdır. Zira o yıllarda Makber şarkısı, şairin, 1885 yılında yazdığı Makber şiirinin çok daha üstünde tanınan, bilinen, sevilen bir eseridir. Makber şarkısı, şairin ilk defa 1880 yılında İstanbul’da[10] basılan Tarık Yahut Endülüs Fethi adlı eserinin bir mezarlık sahnesinde yer alan manzumedir:

Her yer karanlık, pür nûr o mevki!
Magrib mi yoksa makber mi Yarab?
Ya hâbgâh-ı dilber mi Yarab?
Rüya değil bu, aynıyla vâkî!
Bir gülşen olmuş bak şu harabe,
Ebr-i seher mi düşmüş türâbe?
Yârim mi medfûn? Ay mı tutulmuş?

Dikkat, şu sönmüş nûr-i nigâha!

Kabri çiçekten bir türbe olmuş,

Dönmüş o türbe bir haclegâha!

Bir haclegâha döndüyse türben,

Aç koynunu aç, ma’şûkanım ben![11]

Tarık’ta adı “Matemli Kız” olarak verilen İspanyol genç kız uzaktan görerek âşık olduğu askerin ölümünden sonra defnedildiği mezarın başına gelir ve içinde şarkıya güfte olan dizelerin de bulunduğu uzun bir manzume (şiir) söyler ve “Matemli Kız bu sözleri bitirdikten sonra bulunduğu mezarın üstüne yıkılarak kalır”.[12] Şiirde geçen haclegâh, “gelin odası” demektir. Matemli Kız’ın “Bir haclegâha döndüyse türben / Aç koynunu aç, ma’şûkanım ben!” yani eğer senin türben bir gelin odası ise “aç koynunu aç” işte ben de senin, sana gelen, seninle evlenmiş olan gelin “sevgilinim” diyerek kendini mezarın üzerine bırakması Tarık’ın aynı zamanda en trajik sahnelerinden biridir. Bu santimantal sahne ve burada söylenen şiir, yaklaşık 40 yıl sonra başka bir biçimde de olsa sanat dünyasında unutulmamacasına yeniden var olacaktır.

Makber şarkısının kazandığı şöhret, Makber şiirinin kazandığı şöhretin çok önüne geçmiş; yeni teknolojiler aracılığı ile Abdülhak Hâmit, artık Makber şiirinden daha çok Makber şarkısının kulaktan kulağa yayılan güftesiyle anılır olmuştur. Bunda, Hafız Burhan’ın 1926 yılında Amerikalı Colombia plak firmasının İstanbul’da çalışmaya başlaması, taş plak sektörünün Türkiye’deki yapılanma ve kurulum sürecinde pazarlanan ilk şarkılardan birinin Makber olması şüphesiz Makber şarkısının ve onun güftesini yazan Hâmit’in tanınmasında önemli ölçüde etkili olmuştur. Zira Abdülhak Hâmit, o yıllarda asıl şöhretini sağlayan Makber şiirini şairi olarak tanınmasından daha çok Makber şarkısının güftekârı olarak tanınan şair konumundadır…

Hafız Burhan


[1]Parantez içindeki kelimeler bana aittir.

[2]İnci ENGÜNÜN, Abdülhak Hâmid’in Hatıraları, İstanbul 1994, s. 95

[3]Gündüz AKINCI, Abdülhak Hâmit Tarhan, Ankara 1954, s. 16.

[4]İnci ENGÜNÜN, agy.

[5]İnci ENGÜNÜN, age, s. 149

[6]İnci ENGÜNÜN, age, s. 160

[7]Gündüz AKINCI, age, s. 20.

[8]Vasfi Mahir KOCATÜRK, Büyük Türk Edebiyatı Tarihi, Ankara 1970, s. 672

[9]İnci ENGÜNÜN, age, s. 408

[10]Gündüz AKINCI, age, s. 99

[11]Abdülhak Hâmid TARHAN, Târık, İstanbul 1975, s. 45 vd. Şiirin, bestelenen dizelerinin günümüzdeki Türkçe ile karşılığı şöyledir: “Her yer karanlık, orası apaydınlık / Güneşin battığı yer mi yoksa mezar mı Yârab? / Yoksa sevgilinin yatağı mı Yârab? / Rüya değil bu gerçeğin tâ kendisi. // Kabri çiçekten bir türbe olmuş / Dönmüş o türbe bir gelin odasına / Bir gelin odasına döndüyse türben / Aç koynunu aç sevgilinim ben!”

[12]Tarık, s. 50.

19 Mayıs’ın Büyük Kıvılcımı

İZMİR’İN İŞGALİ

Vittorio Pisani’nin tanık olduğu İzmir’in işgalini resmettiği on tablosundan biri

“İzmir’de atılan ilk
kurşun, Türklerin öz yurt
bildikleri bu coğrafyayı
terk etmeyeceklerinin;
Yunanlıların ilk kurşuna
karşılıkları ise Anadolu’ya
söyledikleri gibi
masumane bir amaçla
gelmediklerinin göstergesi
olmuştur.”

Rahim SAĞ Araştırmacı-Yazar

İzmir’in 15 Mayıs 1919 günü Yunanlılarca işgali, İtilaf Devletleri olarak anılan İngiltere, Fransa ve İtalya’nın Mart 1919’da “Paris Barış Konferansı” adı verilen toplantıda yapılan bir dizi müzakereler sonucunda gerçekleştirilir. Bu işgal sadece İzmir ve Kıyı Ege için değil tüm Türkler için acı ve kanlı bir sürecin başlangıcı olur. İzmir’in işgali aynı zamanda, Birinci Dünya Savaşı’nda yenilmiş olan Türklere vurulacak sert ve öldürücü darbenin ilk adımı olarak planlanır. Böylece Türkler yaklaşık bin yıldan beri tutundukları Anadolu coğrafyasından, tıpkı Rumeli’nden atıldıkları gibi, ebediyen uzaklaştırılarak geldikleri Orta Asya bozkırlarına, bir daha asla dönmemek üzere geri gönderilecektir. Bu, bağımsız devletlerini kurdukları 19.yüzyıldan beri Yunanlıların dile getirdiği bir slogan cümledir ve Yunanlılar şimdi bu hedefe her zamankinden daha fazla ve hayal bile edemeyecekleri kadar yakındırlar. Ama…

Paris Barış Konferansı’nda alınan karar doğrultusunda İzmir’in Yunanlılarca işgali 15 Mayıs’ta gerçekleştir. Böylece İzmir’in işgali, 9Eylül 1922 Cumartesi günü Türk Ordusu’nun kontrolüne geçene kadar 3 yıl 3 ay 24 gün yani 1211 gün bitmek bilmeyen acılarla dolu bir süreçtir.İzmir’in ya da bir başka yurt toprağının Yunanlılar tarafından işgali, İzmirli Tükler için aslında hiç de beklenen bir durum değildir, ancak Paris’te kartlar açıldıktan sonra İngiltere ve Fransa’nın diplomatik manevraları ile şans, haklı bir beklenti içinde olan büyük ortak İtalya’ya değil, masanın yancı ortağı Yunanistan’a gülmüştür.

 İzmir, kıyı bölgesinde, denize açık ve deniz tarafından coğrafî anlamda yükseltisiz, korunmasız olmanın kaderini yüzyıllarca yaşamış bir şehir olarak, ufukta görünene kadar ne dosta ne de düşmana tam olarak inanan bir şehir karakteri gösterir. Ufukta olan vardır, ufukta olmayan ise hiç var olmamıştır İzmirliler için. Oysa son haftalarda Müttefik kuvvetlere bağlı savaş gemileri Körfez açıklarında görünür olmaya başlamış; 14 Mayıs’ta ise hava kararırken Yunan Donanması’na ait savaş gemileri, Çeşme açıklarına demirlemiştir bile ve bu, ertesi gün yaşanacakların sadece küçük bir habercisidir.

15 Mayıs 1919 gününün sabahı, İzmir’i işgal etmek üzere 20’yi aşkın nakliye gemisi ile Yunan 1.Piyade Tümeni askerleri limana çıkartma yapar. İlkinden sonra çıkan Yunan askerlerinin 50.000 kadar oldukları tahmin edilmekte olup, İzmir’e değişik aralıklarla, sonraki zamanlarda sürekli ve çok sayıda Yunan askeri sevk edilmiştir.
İşgal kumandanı Albay Zafiros, İzmir’e çıkarmanın yapılmasından sonra işgali resmileştiren bir genelge yayınlar. Bizzat Yunanistan başbakan Venizelos tarafından yazıldığı da iddia edilen bu genelgede: Müttefiklerin desteği ile İzmir ve yakın bölgesinin işgal edildiği, işgal etme amacının halen yürürlükte olan anlaşmalar doğrultusunda ve yasal olduğu, bütün halkın rahatının sağlanacağı, idarî ve dinî görevi olanların kendi kuvvetlerinden yardım isteyebilecekleri, bu tür durumlarda askerlerin saygılı davranacağı yönünde son derece masumane görünen bir dizi teminat sıralanır… 15 Mayıs sabahı, henüz tan yeri ağarırken İzmir’in Yunan Birlikleri tarafından işgalini önceden bilen yerli Rum ahali, hâlâ komşuları olan ve yüzyıllarca kader birliği etmiş Türklerin şaşkın bakışları arasında, coşkulu bir kalabalık olarak Kordonboyu’nda toplanmış ve Yunan askerlerine sevgi gösterilerinde bulunmaya başlamıştır bile. Ellerinde çiçekler ve bayraklar olan Rum kızlarının üzerlerinde mavi-beyaz kumaştan dikilmiş elbiseler vardır. Rumlar ellerindeki Yunan bayraklarını sallayarak; çiçekler, alkışlar ve “Zito Venizelos” bağırışlarıyla Yunan askerlerini selamlar. Rıhtımdaki bütün binalar Yunan bayraklarıyla donatılmıştır. Vapurlar ve fabrikalar sürekli düdük öttürerek başta Aya Fotini olmak üzere kiliselerin çanları durmadan çalarak işgale eşlik eder. Bandolar da bir yandan Yunan milli marşını çalarken Metropolit ve rahipler diz çökmüş, ağlayarak ve ilahiler söyleyerek Yunan bayraklarını öper. Bu sırada, Yunan işgal planına göre, Alsancak’a çıkarılan askerler Kadifekale’yi; Pasaport’u oradan da Konak-Göztepe -Güzelyalı hattını işgal eder. Bu nedenle 5. Piyade Alayı Alsancak İskelesi’ne, Evzon Alayı da Pasaport İskelesine çıkar. Öte yandan öncü olarak 200 kişilik bir Yunan Evzon Bölüğü Kordon’a çıkar, bunu diğer birlikler takip ederek iki ayrı koldan şehrin işgali başlamış olur. Bütün bunlar yaşanırken Yunan özel birliği olan ve büyük bir Yunan bayrağı taşıyan Evzon Alayı karakollara ve Sarıkışla’ya Yunan bayrağı çekmeye başlamıştır.


İzmirli Rumların coşku ile karşılaması, Metropolit Hrisostomos’un işgal askerlerini takdis etmesi (kutsaması) gibi Yunan tarihinin “Megola İdea” adına tam da şanlı bir sayfası açılırken birden bire beklenmedik bir ses bu zafer atmosferini tümden yok eder: Bu, Kemeraltı yönünden Yunan işgal kuvvetlerine atılan sadece bir kurşundur. Saat 11.00 sıralarında beklenmedik “bir kurşun” tüm bu ihtişam tablosunun tam ortasından geçerek o tabloyu darmadağın eder. Yunan birliklerinin önünde yürüyen ve bayrağı taşıyan er Basile Delaris ve er Jorj Papakostos, bu “ilk kurşun” ve takiben devam eden kurşunlarla vurularak yere düşer. Bütün Yunan askerlerinin gözü önünde ve şaşkın bakışları altında, Yunanlılar için böylesi görkemli bir günde Yunan bayrağı da yere, kalabalığın ayakları altına serilir. Bu kurşun, Yunanlılarca muhteşem bir zafer tablosunu andıran “Küçük Asya” egemeni portresini bozmak için tek başına yetmiş ve
artmıştır bile çünkü artık hiçbir şey beklendiği ya da planlandığı gibi gerçekleşmeyecektir. Saat 11.00 sularında hükümet konağı önüne gelen 1/38. Efzon Alayı’na kim veya kimler tarafından ateşlendiği kesin olarak bilinemeyen kurşuna, Yunan askerleri kısa bir panikten sonra karşılık verir. Kendilerine sıkılan kurşunun yönünü bir türlü tam olarak tespit edemeyen işgal kuvveti askerleri Kolordu Binası ve Vilayet Konağı’yla, sivillerin kümelendiği Kemeraltı Caddesi girişi ve civarındaki kahve ve otellere yaklaşık bir saat boyunca hedef gözetmeksizin ateş açar. Bu esnada korkudan Ziraat Bankası merdivenlerine sığınan, kadın ve çocuklar burada feci bir şekilde öldürülmüşlerdir.Yaşanan o acı ve şiddetli olaylar üzerine hazırlanan askerî raporda “banka merdivenlerinden sel gibi kan aktı.” kaydı yer almaktadır.

O sabah yaşananlar görgü tanıklarının anlatımlarında, “katliam” ve “yağmur” kelimelerinin, vurgulanarak çokça yer aldığını görürüz. Pelin Böke’nin kaydettiğine göre Karşıyaka’dan İdris Karaduman, o sabah İzmir’de yaşanan olağanüstülük için: “Bir gürültü bir patırtı oldu İzmir’de. Bir top sesleri bir şeyler, o vakit bilmiyorum ne olduğunu. ‘Yunan geldi! Yunan geldi!’ dediler. Bereket ki çok yağmur yağdı, yoksa çok katliam
olacaktı. O vakit havada iki tane hortum oldu, ta buradan Kemalpaşa’ya kadar… Öyle yağmur ki, kapı dışarı çıkamıyordu kimse.” Basmane’den Müzeyyen Canoler ise “O gazeteci Hasan Tahsin Bey ve bir subay daha ateş açıyorlar. Fakat yağmur bizi kurtarıyor, yoksa ölüm daha fazla olacakmış.” diyecektir çocuk dimağı ile tanığı olduğu o günkü facia için. Prof.Dr. Mustafa Turan da “Kışlada toplanan efrat, kafile halinde götürülürken
yağmaya başlayan yağmur pek çok kişinin ölmesini önlemiştir.”
diye yazacaktır, “Yunan Mezalimi” adlı kitabında. Yunanlılar’ın kendi tabirleriyle “Küçük Asya” adını verdikleri ve yüce bir uygarlık götüreceklerini vadettikleri Anadolu topraklarının ilk kapısı olan İzmir’de, daha ilk adımda ortaya çıkan bu kanlı görüntü taraflar ve dünya kamuoyu için fikrimce farklı anlamlar içermektedir. Müttefik kuvvetlerce Türk ordusunun vatansever subaylarının işgale karşı koymama, Mondros Mütarekesi hükümlerince müdahale etmeme güvencesine rağmen daha bu ilk adımdaki sivil kaynaklı olduğu Osmanlı makamlarınca da resmen iddia edilen direniş, Yunan tarafı için her an teyakkuzu gerektiren bir tedirginlik hissine sebep olmuştur. Türk tarafı için ise, kendilerine “kurtarıcı” ve “uygarlığı getireceğini bekleyen/ uman” kesimin bile çok ciddi tereddütlerine neden olmuş; Nif, Turgutlu, Manisa, Ahmetli, Alaşehir, Salihli vb. pek çok yerin -Ahmetli ve Ödemiş örneği hariç- işgal ediliş biçimlerinde görüldüğü gibi, duyulan korkunun şartsız teslim etmeyi meşrulaştırmasını vicdani bir tercih haline getirmiştir. Çünkü o gün İzmir’de Yunanlıların yaptığı katliam, bizzat kendilerince açıklanan, geliş amaçları ile asla bağdaşmasa ve fiili bir durum karşısında gösterilen ani bir refleks gibi görülse de, ilk değildir. 1911-1912 Balkan Savaşları sırasında
yaşanan Yunan kaynaklı mezalim, özellikle Trakya, Kıyı ve İç Ege Bölgeleri’nde yaşayan ya da buralara savaş nedeniyle zorunlu göç eden Türklerin hafızasında hala çok tazedir.

Vittorio Pisani’nin tanık olduğu İzmir’in
işgalini resmettiği on tablosundan biri

Dünya kamuoyu ise henüz olayların netleşmemesinden dolayı, sonradan çokça çıkacak sesleri için o günlerde susmayı tercih etmiş gibidir. Halikarnas Balıkçısı olarak tanınan Cevat Şakir Kabaağaçlı’nın o günlerde
işgal altında bulunan İstanbul’da yaşadığı bir olay nedeniyle anılarını içeren “Mavi Sürgün” adlı kitabında vurguladığı gibi: “Ne var ki, o zaman bir Türk’ün haklı olmaya hakkı yoktu.” Konak Meydanı’nda o sabah yaşanan katliam, hiç beklenmedik bir biçimde yağan ve şiddetini gittikçe arttıran yağmur ve dolu ile asker-sivil herkesin, kendilerine korku ile sığınacak bir yer aramasıyla son bulur. Müslüman yerli halkın bunu, o günün sabahından ve kanlı öğlesinden sonra yaşananlar karşısında ilahî
bir mucize olarak görmesini anlamak çok da zor değil. İşgal kuvveti olmanın, arkasında Müttefik Devletler ve onlara ait ordu ve donanmanın; silahını tamamen bırakmış bir ordu ve zaten eline hiç silah almamış sivil halkın tam karşısında ölüm saçan ateşli silahlara sahip olmanın ve bu ateşli silahların her ateş püskürtmesinde yüz yılların intikamını alıyor hissini duymanın, herkesi çok şiddetli bir yağmur karşısında sığınacak bir saçak kenarı aramaya yöneltmesi ve sahip olduğu insanî güdüsünden uzaklaştıramaması… Şiddetli yağmur, yerdeki kanları doğası gereği bir şekilde akıntı ile alıp götürse de, o akıntının arkasında bıraktığı derin izleri ve acıları silip götürememiştir.
İngiliz gazeteci Giles Milton, “Bugüne kadar tam olarak ölenlerin sayısı bilinmemektedir ama çoğu tanığa göre Türklerden 300- 400 kadar kişi ölmüş veya yaralanmışken Yunanlılar 100 kadar kayıp vermiştir.” diyecektir kitabında. Engin Berber’in yazdığına göre, “Türk belgelerine göre işgalin ilk 48 saati içinde İzmir ve banliyölerinde (Urla yarımadası ve köyleri dahil) öldürülen Türklerin sayısı 2.000’in çok üzerinde idi. İşgali izleyen Yunanlı gazeteci Mihailidis; sadece 15 Mayıs günü, 4.000 Türk’ün (sivil ve asker) tutuklandığını yazmıştı.” Ölü, yaralı ve tutuklanma sayıları; bu durumlara maruz kalan kişilerin sivil ya da asker olmasına ilişkin farklı kaynaklarda, farklı sayılar belirtilmektedir. Bu elbette tartışılabilir ya da
karşılaştırılabilir nitelikteki bilgilerdir ancak “banka merdivenlerinden sel gibi” akan kan hiçbir sayısal değerle ifade edilebilir nitelikte değildir.
Konak Meydanı’nda o gün yaşanan mahşerî olayları ve katliamı, Yerli Rumlar ile Ermeniler kendi aydınlık günlerinin bir işareti olarak
algılarken, Türklerin haklı endişelerine katılan, aynı derecede endişeli iki kesim daha vardı: Levantenler ve İzmirli Museviler. Nitekim tekil bir örnek de olsa Rumların işgalin, hemen sonrasında takındıkları bu tutumu, Türkler
büyük bir tepki ve şaşkınlıkla izlerken, “Nesim Navaro adlı bir Yahudi genci, Kramer Palas’ta Dickson’un huzuruna Yunan bayrağı ile çıkan
Rumların elindeki bayrağı alıp” yırtar. Bu olaya Nurettin Paşa da bizzat şahit olmuştur.
İsveç’in İzmir Konsolosu Alfred Van Der Zee “şehirdeki serserilerin başını çektiği Yunan askerleri, sağdan soldan her balkon ve pencereden dışarı bakan kafalara ateş etmeye başlamıştı.” diye yazar notlarına ve devamla “Zorla evlerin ve dükkânların kapılarını açıp oralarda saklanan zavallı Türkleri dışarı çekiyorlar ve üstlerinde başlarında ne var ne
yoksa aldıktan sonra onları nakliye gemisine doğru yürütüyorlardı.” deme gereği duyar.
Artık Türkler için cennet ve özgür İzmir gitmiş; onun yerini tam anlamıyla cehenneme dönen, ateş içinde yanan ve kan içinde boğulan bir İzmir kalmıştır. Başta İzmir ve art bölgesi ile diğer ana yurt topraklarının her yöresinde sadece burada yaşanan acılara ilişkin endişeler vardır ve İzmir’de yaşanan bu acılar sadece İsveç elçisinin anlattıkları kadarı
ile de sınırlı değildir…
İzmir’in işgali, işgal öncesinde planlandığı üzere, telgraf idaresine İngiliz subaylarının el koymasına rağmen, çekilen iki telgraf ile bildirilir tüm yurda ve İstanbul’a. Yurt sathında pek çok merkeze çekilmiş olan ilk telgrafta, “İzmir’de kan gövdeyi götürüyor. Yardımımıza gelin. Bu sözlerimizi Allah aşkına her yere yetiştirin. Namusunuza, erkekliğinize havale!” çağrısı yapılmaktadır. Diğer yani İstanbul’a ve sivil hüvviyete sahip kimseler tarafından çekildiği anlaşılan telgrafın mahiyetini ise Ali
Fuad Türkgeldi’nin anılarından: “15 Mayıs 1335 (1922) Perşembe öğleden sonra Saray’da odamda oturmakta iken Menteşe (Muğla) sancağı ahalisi tarafından bir telgraf takdim olunarak bir devlet-i ecnebiyyenin (yabancı
bir devletin) livâları sevahilini (yerleşim yerlerindeki sahilleri) işgal etmekte olduğu ve Gümrük idarelerine kendi bayraklarını ta’lik etmekte (çekmekte) bulundukları ve İzmir sevahilinin (sahiller) de diğer bir devlet-i ecnebiyye tarafından işgalini haber aldıkları beyanıyla vatanlarının muhafazası için müracaat ve isti’taf (yardım, merhamet dilemek) ediyorlardı.” ifadeleri ile öğreniyoruz. Ali Fuad Türkgeldi, sarayda “Sadaret
Mektupçuluğu” görevinde bulunduğu sırada aldığı bu telgrafı, “derhal Zât-ı Şâhâne’ye takdim ettim” diye anlatır. Bunun üzerine “Zat-ı Şâhâne”, kendisine derhal otomobile binip telgrafı Sadr-ı âzam’a götürmesini
ve “Menteşe sancağını işgal eden devlet kimdir? İzmir’i işgal edecekleri haber alınanlar Yunanlılar mıdır?” konusunun araştırılmasını saat dört sıralarında emretmiştir. İki telgraf arasındaki fark, yoruma gerek duyulmayacak denli açıktır. İlki, milletin vicdanına; diğeri İstanbul’a, İstanbul’daki mevcut Hükümet’e çekilmiştir. Belli ki sözü edilen ikinci telgrafı çeken vicdanlı yurtsever, İzmir’i kimin işgal ettiğine ilişkin hiçbir bilgi verilmeyen, sadece imdat çağrısı içeren ilk telgrafı görmüş ve bunun üzerine durumdan devletinin en tepe yönetimini haberdâr etmeyi kendine, “namusuna ve erkekliğine” emanet bir görev bilmiştir.
O sırada Bab-ı Âli’de yaşananlara Ali Fuad Türkgeldi’nin anılarına bakılırsa, başkent İstanbul ile İzmir’in hatta tüm Anadolu’nun arasındaki mesafe, ölçülebilen coğrafî mesafeden ve sanıldığından çok çok daha fazladır…


Vittorio Pisani’nin tablosu

Ama… Aynı gün yani 15 Mayıs 1919 Cuma günü İzmir’de bu, insanlık tarihinin en kanlı bir trajedilerinden biri yaşanırken Yıldız Sarayı’nın Mabeyn Dairesi’ne giden uzun koridorda emin adımlarla ilerleyen bir subayın sert adımlarının sesi duvarda yankılanıyordu. Bu sert adımların sahibi, bir sonraki gün İstanbul’dan Samsun’a doğru, bir milletin az da olsa umudu için yolculuğa çıkacak olan Mirliva rütbesini üzerinde taşıyan Mustafa Kemal’di…

Yazı için aşağıdaki kaynaklardan yararlanılmıştır:
*Prof.Dr. Mustafa TURAN, Yunan Mezalimi 1919-1923, ATAM Yayınları, Ankara 2012 *Engin BERBER, Sancılı Yıllar/İzmir 1918-1922, Ayraç Yayınları, Ankara *Pelin BÖKE, İzmir 1919-1922/ Tanıklıklar, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 2006.
*Selahattin TANSEL, Mondros’tanMudanya’ya Kadar, MEB Yayınları,
Ankara 1991.
*Ali Ulvi ÖZDEMİR, Anılarda Batı Anadolu Kuva-yı Milliyesi, Tarihçi
Kitabevi, İstanbul 2017.
*Teoman ERGÜL, Vahideddin – Mustafa Kemal Ekseninde Millî
Mücadele / Kesişen, Çatışan ve
Değişen Yaşamlar, Akılçelen Kitapları,Ankara 2013.
Murat KÖYLÜ, Çılgın Yunanlılar, İleri Kitabevi, İzmir 2012.Türkmen
PARLAK, Yunan Ege’ye Nasıl Geldi, İSH Vakfı, İzmir 1982.
*Giles MILTON, Kayıp Cennet – Smyrna 1922, Şenocak Yayınları,İzmir 2010.
*Cemal KUTAY, Ege’nin Kurtuluşu, Boğaziçi Yayınları, İstanbul 1981.
*Yavuz ÖZMAKAS, İyonya’da Son Akşam Yemeği-Yüksek Komiser
Stergiadis’in İzmir Günleri, Şenocak Yayınları, İzmir 2010.
*Bülent ŞENOCAK, Levant’ın Yıldızı İzmir, Şenocak Yayınları, İzmir 2008.
*Halikarnas Balıkçısı, Mavi Sürgün, Bilgi Yayınevi, Ankara 1981.
*Ali Fuad TÜRKGELDİ, Görüp İşittiklerim, TTK Yayınları, Ankara 1984.
*Prof.Dr. Utkan KOCATÜRK, Kaynakçalı Atatürk Günlüğü, Türkiye İş Bankası Yayını, Ankara (tarihsiz)
*İzzet ÖZTOPRAK, Kurtuluş Savaşı ile İlgili Yunan Belgeleri, Ankara 2006.

Birincil kenar çubuğu

Umudumuz Sizde..

Yeniden merhaba, yaklaşık iki aylık bir süreden sonra tekrar huzurlarınızda … [Devamı...] hakkındaUmudumuz Sizde..

  • ERTELEMEK ÖLÜMDÜR
  • KANSER!… KİRAZ AĞAÇLARINI DA VURUYOR!
  • KİRAZDA YAŞANAN SORUNLARA ÇÖZÜM ÖNERİLERİ

Bizi Takip Edin

  • Facebook
  • Instagram
  • Twitter

Copyright © 2021 · News Pro on Genesis Framework · WordPress · Giriş